5 Temmuz 2010 Pazartesi

Postmodernizme Dair İki Okumada Algı Sorunu


Postmodernizm Türkiye’de kuşkuyla bakılan bir sanat hareketi olmuştur. Pek çok eleştirmenimize, okurumuza göre de postmodernizm burun bükülesidir. Çünkü postmodernizm, romanı toplumdan, halktan soyutlamış, anlatıya farklı işlevler, şekiller yüklenmiştir. Çünkü Türk aydınından, Türk yazarından nedense hep bir yol göstericilik bekleniyor. Liselerde, hatta üniversitelerde okuyan insanlar bile “aydın topluma yol gösteren...” diye başlayan cümleler kurabiliyor. Postmodernizmin alışagelmiş edebiyat anlayışıyla ilgili sorunu daha buradan başlıyor. Aydının topluma yol göstermesi gibi bir görevi olduğu varsayılan bir toplumda hiçbir şey söylemeyen yazarlar yadırganıyor.

Örneğin Ahmet Oktay’ın ’80 sonrası romanı için kullandığı nitelemeler şunlar: “toplumsal adalet düşüncesine ve ahlâki sorumluluğa karşı duyarsızlaşmış, oyuna gömülmüş (...) kendi yazınsal geçmişinde okuyacak tek bir yazar bulamayan, o geçmişi hakîr gören 1980 sonrası...”[1]

Ancak iş gerçekten de Ahmet Oktay’ın söylediği gibi midir? Romanımız, sanatımız sadece oyuna mı gömülerek geçmişini inkâr mı ediyordur? Toplumsal adalet düşüncesine, ahlâki sorumluluğa karşı duyarsızlaşmış mıdır? Bunlar yanıtı çok net olmayan, çok katmanlı yanıtlar bekleyen sorular. Türk sanatçısı toplumsal adalet düşüncesine yabancılaşmıştır, çünkü 1980 darbesi ve onun getirdii anayasayla toplum apolitize olmuş, çarpık liberalleşme sınıfsal bilinçsizlik toplumu yozlaştırmış ve sanatçı da bundan nasibini alarak kendisini pazarlamaya, popülariteye önem vermiştir. Türk sanatçısı topluma, ahlâki değerlere ilkelere yabancılaşmamıştır, çünkü kendisini mahkeme salonlarına düşüren siyasi açıklamalar yapabılmaktedir Türkiyeli romancılar. Türkiyeli sanatçıların çok defa ana malzemesi geçmiş kültür olmuştur. Geçmiş kültürden yoksun bir İ. O. Anar düşünülebilir mi? Ya da geçmişin hesaplaşmasından yoksun bir O. Pamuk? Yıldız Ecevit “postmodernizmin metnin masumiyetini bozduğunu” söylerken metinlerarasılıktan bahseder. Geçmiş kültürün metni değilse sözkonusu olan, postmodernist yazarın alıntılayacağı, yeniden kurgulayabileceği metin nasıl var olabilir ki? Postmodernist yazarın yazınsal geçmişle hesaplaşması geçmişi yıkma çabası değil, ona yeni bir şekil verme, başka türlü söyleme çabası olarak da ortaya çıkabilir. Yazınsal geçmiş de tek boyutlu olarak düşünülmemeli burada.

Ahmet Oktay’ın savlarına iki yönde de örnekler bulunabilir. Mesele bu kadar net, kesin ve toptancı önermelerle yanıtlanacak gibi değil. Ahmet Oktay ’80 sonrası romanı homojen bir yapı olarak ele alıyor. Bu, doğruğulu tartışılacak bir şeydir. Çünkü klasik çağda olsun, modernist çağda olsun romanların ana ortak meseleleri vardı, çünkü bireylerin ana ortak meseleleri vardı. Ancak postmodernizmin bireyi ben odaklı bir bireydir ve bu yüzden de postmodernist bireylerin dertleri, duruşları, duyuş tarzı öncekilerden ve birbirlerinden bambaşkadır. Ahmet Oktay’ın sözünü ettiği ahlâk, postmodernizmde metnin ahlakına dönüşüyor ki bu da gayet esnek sınırları olan bir ahlâk anlayışına denk geliyor. Postmodernist birey bunu önemsemiyor olabilse de, bu postmodernizmi alhaki kaygıdan yoksun yapmıyor. Postmodernist duyuş sadece bireyleri bağlıyor. Çünkü artık edebiyat, sanat akımları tükendi. Azala azala değil, çoğalarak, yayılarak ve sirayet ederek tükendi. Bu noktada Ahmet Oktay günümüz sanatçılarını homojenize ederek bir yanılgıya düşüyor. Çünkü artık dünya homojen değil, duyuş homojen değil.

Ahmet Oktay, “emperyal kanon, öncelikle güncel sorun bağlamını dışlamayı öngörüyor, benzekleme (pastiche) ve yansılama (parody) yoluyla tarihin, siyasetin işlevsizleştirilmesini sağlıyor” diyor ve ekliyor: “1980 sonrası Türk romanı bu bağlamda toplumsal/siyasal tabanını iyiden iyiye yitirmiş olarak görünüyor.”[2] Bu son önermeden sonra Türkiye’nin toplumsal siyasal tabanını sorgulamak gerekiyor. Elbette Ahmet Oktay’ın bahsettiği toplumsal taban, bilinçli işçi sınıfı olan sol taban. Türkiye’de böyle bir taban hiç olmuş mudur? Türkiye solunun ne kadar sol olduğu bile tartışmalıyken, Türk solunun ana muharrik noktası sınıf mücadelesi, adalet, insan hakları, işçi hakları, artık değer teorisi değil de anti-emperyalizmken, Türkiye’de böyle bir toplumsal/siyasal tabandan bahsetmek ne kadar doğrudur?

Oktay, romanın sorunlarının yalnızca yazınsal düzlemde tartışılamayacağından bahsediyor: “dahası bu dünya alabildiğine kurmacadır. Ama bu kurmaca dünya, son kertede içinde yaşadığımız toplumun ve zamanın nesnel dünyasına ait göstergelerle doludur.”[3] Elbette insan yaşadığı çevreden kopamaz. Çünkü kültürel, sanatsal, görsel, işitsel iletişim kodlarını insana yaşadığı çevre verir, coğrafya insanı önemli ölçüde biçimlendirir. Yıldız Ecevit bu noktada “kurmaca”ya başka bir açıdan bakıyor: “her sanat eğilimi kendi gerçeğini anlatır, bu nedenle de gerçekçidir. Ve gerçeklik de çoğu kez, içinde yaşanılan dönemin kozmolojik görüşünün gerçeğe bakış açısına bağlı olarak biçime dökülür.”

Sanat eserinin gerçekliği somut gerçeklikle aynı mı olmalı? Öyle olacaksa sanatın işlevi nedir? Orhan Pamuk’un 7 Aralık 2006’daki Nobel konuşmasında “gerçeğe sadece onu değiştirerek katlanabildiğim için yazıyorum” dediğinde ya da Oscar Wilde “her şeye inanmaya hazırım, yeter ki büsbütün yalan olsun” dediğinde bu noktayı işaret ediyor. Sanat yapıtı, içinde bulunduğu koşulların ürünüdür, ancak sanatçı gerçekliği bozabilir, değiştirebilir, ona yeni bir biçim verebilir. Sürrealizmden sonra artık hâlâ sadece somut gerçeklikten söz etmek, gökyüzünün sadece mavi olabileceğinden söz etmek sanatı ileriye götürmez. Sanatın işlevi artık dünyayı taklit etmek değil, somut varlığı dünyadan ayırarak yeni bir dünya yaratmaktır. “Edebiyat estetiği, yansıtmacılıktan yabancılaştırmaya doğru ilkesel bir dönüşüm geçirirken, metaforik düzlemdeki dönüşüm de modernist imgede son bulur. Modernist imge katıksız bir yaratıdır.”[4] Artık bu dünyanın nesneleri, bu dünyanın suyu, oksijeni modernist imgedir. Romancı artık ağacı ağaç gibi, çiçeği çiçek gibi algılamak zorunda değildir. Göstergeler artık görünenden çok duyulan şeylerdir.

Ahmet Oktay’a göreyse “gösterge, Mihail Bakhtin’in vurguladığı üzere keyfi ve tarafsız bir öğe değil, metnin üretildiği somut toplumsal dünyanın somut koşullarında beliren virtüel ekonomik, politik, kültürel ve düşünsel çelişkilerin ve bu somut koşullar çerçevesinde gerçekleştirilen bilinçli ya da kendiliğinden mücadelelerin imidir.”[5] “Faili meçhul ve kitlesel cinayetlerin, devlet ve örgüt terörünün, ölüm oruçlarının, Cumartesi annelerinin, yolsuzluğun, işsizliğin ve yoksulluğun yol açtığı dramlar yaşıyor türkiye toplumu[6] ve roman bunu yazmıyor. Sanatsal açıdan düşündüğümüzde gerek var mı? Günümüzün iletişim olanakları ile toplumcu gerçekçiliğin Türkiye’de boy verdiği 1940’ın iletişim olanakları aynı mı? Bugün faili meçhul ve kitlesel cinayetleri, devlet ve örgüt terörünü, ölüm oruçlarını televizyonlardan, gazetelerden, internetten, radyolardan, dergilerden öğrenmiyor muyuz? Zaten çevreyi kuşatan bu bilgi yığınları varken, aynı bilgi yığınıyla okur romanda neden karşılaşsın ki? Okuyacağı şey zaten bildiği bir şeyse insan okur mu o yazıyı?

Yıldız Ecevit’se bu konuda diyor ki: “Yeni düşüncede tüm ölçütler hiçbir önem sıralaması olmaksızın yan yana sergilenmekteydi. Her şeyin karşıtıyla birlikte hiçbir çatışmaya yer vermeden varolduğu, farklılıkların barışçı bir karnaval atmostferi içinde bir arada yaşadığı bir tinsel varoluş biçimimin adıydı postmodern. İdeolojiler aracılığıyla soluk alan sosyal/kültürel modernizm için tüm karşıtlıkların eşitliği düşüncesi, büyük bir sorumsuzluk/aymazlık ya da işbirlikçilik demekti.”[7] Toplumcu gerçekçilik ne olursa olsun, ışığı bir yere tutar, hedef gösterir. Ölüm oruçları kötüyse ölüm oruçlarına, paylaşmak iyiyse paylaşmaya. Ancak dünya iyilerin, kötülerin bu kadar belirgin biçimde ayrıldığı bir yer değil. Bu ayrım kesinse şeytanın çekiciliği neden? Postmodernizm eskiden başka akımların yaptığı gibi “şu iyidir, şu kötüdür” demiyor, “ben size ayna tutuyorum” da demiyor ya da fütürizmin yaptığı gibi bize kavgayı, ne olursa olsun dövüşmeyi söylemiyor, sadece imgeler sunuyor bize ve bu imgelerin de bütünlüklü olması zorunlu değil, sanatsal gerçekliği oluşturmaya elvermesi postmodernist anlatı için yeterlidir. Postmodernizm yol göstermez, okura kendi yolunu açması gerektiğini söyler ve adeta okurun elindeki haritayı alıp yırtar. Okur imge oramanının arasında kalmıştır artık. Burada nefes alıp verebilenlerse ancak seçkin okurdur. “Geleneksel edebiyatın rahat okunan kurgusuna alışmış okur modernist edebiyatın katıksız yaratıcılık anlayışının, avangardist biçim oyunlarının içinde kendini yitirir ve anlamadığı bu metinlerden giderek uzaklaşır. Moderinst edebiyat ise bundan pek etkilenmiyor görünmektedir; seçkincidir; kendisini anlayan, onunla bütünleşen az sayıda okur ona yetmektedir. Metinde anlamın/konunun ardından koşmayan, avangardist biçim denemelerindeki artistik boyutun ayırdına varan, ondan tat alan seçkin bir okurdur bu; romanı şiir gibi okumayı öğrenmiş biridir.”[8] Romanı şiir gibi okumak: bu çaba gerektiren bir okumadır.

Aslında tüm toplumcu gerçekçilik/postmodernizm çatışmasında olduğu gibi burada da karşımıza algı sorunu çıkıyor. Ahlak algısı, toplum algısı, acı algısı, gerçeklik algısı. Postmodernistler gerçekliğe şüpheyle bakarlar, acılar her zaman sokaktaki insanın acısı olmak zorunda da değildir postmodernistlere göre, ya da deneyimler insanın kendi deneyimi olmak zorunda değildir. Edgar Allan Poe hikâyelerini yayımlarken “bu kitabı, düşlerin tek gerçeklik olduğuna inananlara adıyorum” der. Postmodernizmde bütün kavramlarda olduğu gibi gerçekliğin de ciddi bir anlam/algı skalası var. Bence Ahmet Oktay ile Yıldız Ecevit’in çatışma noktaları da anlam paradigmalarının farklılıklarından kaynaklanıyor; acı denildiğinde Ahmet Oktay sokaktaki insanın açlığını anlıyor, Yıldız Ecevit masa başındaki yazarın metinde karşılaştığı bir sorun karşısındaki sıkıntısını düşünüyor. Gerçeklik denildiğinde Ahmet Oktay materyalist, pozitivist gerçekliği algılıyor, Yıldız Ecevit materyalist, pozitivist gerçekten, mistik ve ezoterik gerçeğe kadar hepsinin gerçek olabileceğini düşünüyor ve ona inanmaya hazır.

Ahmet Oktay’ın edebiyatın temel öğesi olması gerektiğini savunduğu sosyalizm algısı da bireylere göre değişebiliyor. Örneğin Oscar Wilde Sosyalizmin Egemenliğinde İnsan Ruhu adlı eserinde sosyalizmi daha nitelikli bireyler yetiştirmeye müsait bir yönetim biçimi olduğu için sevdiğini söyler. Oscar Wilde sosyalizmi hayatın tüm anlamını güzel’de bulan, başkalarıyla aynı fikirde olduğunda yanıldığı duygusuna kapılan, “bana lükslerimi verin, ihtiyaçlarım sizin olsun” diyen bir elitist, bireyci bir estet olarak sever. Bu noktada da Ahmet Oktay’ın sosyalizm anlayışında da, sanat anlayışında da estetiğe bir sanatçı olarak yeteri kadar iltifat etmediğini söylemek yanlış olmaz sanıyorum. Ya da sosyalist olmanın estetiğe, sanatsal elitizme engel olmaması gerektiğini söylemek.

Türk edebiyatının en önemli eleştirmenlerinden, şairlerinden ve en önemli okurlarından biri olan Ahmet Oktay’ın postmodernizm eleştirileri güncelliğini korumayan eleştiriler genellikle. Toplumu sanatın önüne koyan, yazıyı şablona sokmak isteyen eleştiriler. Oysa postmodernizm eleştirilecekse başka bir problematik haritasında eleştirilmeli.


[1] OKTAY, Ahmet. Romanımıza Ne Oldu?, Dünya Yayınları, sayfa 15.

[2] OKTAY, Ahmet, A. G. E. Sayfa: 19

[3] OKTAY, Ahmet, A. G. E. Sayfa: 17.

[4] ECEVİT, Yıldız, Türk Romanında Postmodernist Açılımlar, İletişim Yayınları, Sayfa 54

[5] OKTAY, Ahmet, A. G. E. Sayfa: 17.

[6] OKTAY, Ahmet, A. G. E. Sayfa: 19.

[7] ECEVİT, Yıldız, A. G. E. Sayfa 63.

[8] ECEVİT; Yıldız, A. G. E. Sayfa: 55

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder