23 Temmuz 2010 Cuma

Günler Su Gibi Akarken


Bugünlerde, ihmal ettiğim bir şey yapıyorum: Oktaf Rifat şiirlerini baştan sona okuyorum. Tabii havaların bu denli sıcak olması biraz ağırlaştırıyor okumayı. Henüz Perçemli Sokak’ın arifesindeyim. Tekrar tekrar okuyorum şiirleri.

Oktay Rifat, Türk edebiyatının ıskalanmış, değeri hak ettiğince bilinmemiş şairlerinden biri. Kimileri onu Orhan Veli’nin de, Melih Cevdet’in de önüne koyabilir, şiirsel zenginlik açısından ki, hiç de haksız sayılmazlar. Bunun için ben de Oktay Rifat’a yoğunlaştım şu sıralar. Onun şiir dünyasına tamamen hakim olmak istiyorum ve tekrar tekrar okuyorum kendisi için önemli göstergeler taşıyan şiirlerini.


Ve sözümde durabilirsem önemli birkaç şiiriyle ilgili de inceleme denemesi yapacağım Oktay Rifat’ın. Şair üzerine genel bilgiler vermek çok mantıklı ya da ufuk açıcı değil. Metne eğilip, metinle ilgili bir hesaplaşmaya girmek gerek. Bunun için birkaç hafta var elbette, ancak şu sıralar blog’da bir Oktay Rifat yoğunluğu yaşanacaktır. Durumun nedeni bu.

11 Temmuz 2010 Pazar

Oscar Wilde'ın Mezarı



Önce birkaç yazarı, ressamın mezar fotoğraflarını araştırmakla başladı iş. Modigliani'nin, Marcel Proust'un mezar fotoğraflarını koyacaktım. Güzel tasarımlı, şık mezarlardı. Onlara da bu yakışırdı.

Ancak sonra Oscar Wilde'ın mezar taşına baktım. Wilde, son eserini öldükten sonra vermişti. Çünkü Wilde, mezarını, öldükten sonra bir sanat eserine çevirebilmişti. Hangi sözcüğü hak ediyor öpücüğe boğulmuş bu mezar? Saygı, sevgi, hayranlık... Kelimeler yine kifayetsiz.










Oktay Rifat'lamalar II


ANAHTAR

Ömrüm böyle görmeden bilmeden mi geçecek
Çıkar beni gündüze bıktım artık gecenden
İçimi titretiyor bir haber gibi senden
Isırdığım her yemiş kokladığım her çiçek

Ey bana bahçesini göstermeyen kalın çit
Ceviz kapılarını çaldığım sırlı konak
Gizli anahtarını avuçlarıma bırak
Çözül artık ey düğüm açıl artık ey kilit

Bütün Şiirleri, Oktay Rifat
YKY, S. 75


Resim: Joan Miró. Bathing Woman. 1925. Oil on canvas. 73 x 92 cm. Musée National d'Art Moderne, Centre Georges Pompidou, Paris, France.

10 Temmuz 2010 Cumartesi

Oktay Rifat'lamalar I


BİR ŞEHRİ BIRAKMAK

I
Senin için aldığım menekşeleri
Çalgıcılara dağıttım
Son gece
Son defa başlayan sabah
Yatağımı yine sen düzelt

Küçük balıkçı çocuğu
Sen denizden
Yaramaz ve çapkın balıkları tutabilirsin

Çok uzaklara gittiğimi
Sana söylemek isterdim
Güzel satıcı kızı

II
Ağaca söyle
Gölgesini getirsin bana yolluk
Sokağı ve denizi isterim pencereden
Senden çörekler isterim
Ay biçiminde

III
Ellerin yetişir vedalaşmaya
Niçin ağlıyorsun

Oktay Rifat
Bütün Şiirleri I, YKY, S. 58-59

8 Temmuz 2010 Perşembe

İlk Cümleler - II


"Yıl 190.. utanç verici bir dava bir kez daha cinsel sapkınlık gibi irkiltici bir konuyu ortaya çıkardı."

Corydon - André Gide

Kötü Ruhun Kitaplığı I: Mezarlarınıza Tüküreceğim


Bir kitabın adı bu kadar mı kışkırtıcı olur? Mezarlarınıza Tüküreceğim, böyle. İlk kurşunu adıyla sıkan bir kitap. Boris Vian’ın, ilk kez 1946’da, Vernon Sullivan takma adıyla yayınladı bu kitabı ve Mezarlarınıza Tüküreceğim, üç yıl sonra ahlaki gerekçelerle yasaklandı.

Mezarlarınıza Tüküreceğim, müthiş sanatsal bir kitap değil. Hatta olay örgüsünden başka, bazı politik göndermeler dışında çok büyük bir zihinsel çabaya da dayanmıyor. Beyaz gibi görünen bir zenci olan Clem, çok yakışıklıdır ve ırkının bütün aşağılanmışlığını beyaz kadınlarla yatarak alma yoluna gider. Sonunda bu yol, onu bir cinayete ve polisten kaçmaya kadar götürür. Mezarlarınıza Tüküreceğim, polisiye unsurların ağır bastığı, “hafif” bir roman. Tabii bu kitap, sırf ırkçılık eleştirisi olarak algınabilir, ancak devrin ahlakçılığına karşı erotizmden hiç çekinmeden yararlanması, bunun sonuna kadar üstüne gitmesi de Vian için söylenecek olumlu birkaç cümlenin nedenidir.

Ancak tıpkı Beat kuşağı gibi, Boris de kelimelerle caz yapmanın derdinde. Bu roman, Vian’ın öteki ünlü romanları gibi, örneğin bir Pekin’de Sonbahar ya da Yüreksöken gibi hayali mekânlarda geçmiyor. Roman, dünyevi gerçekçiliğe çok yakın. Bu yüzden de verilmek istenen mesajlar çok açık veriliyor.

Ayrıca bu roman filme de alınmıştır. Vian, bu filmin galasında kaybeder hayatını.

5 Temmuz 2010 Pazartesi

Postmodernizme Dair İki Okumada Algı Sorunu


Postmodernizm Türkiye’de kuşkuyla bakılan bir sanat hareketi olmuştur. Pek çok eleştirmenimize, okurumuza göre de postmodernizm burun bükülesidir. Çünkü postmodernizm, romanı toplumdan, halktan soyutlamış, anlatıya farklı işlevler, şekiller yüklenmiştir. Çünkü Türk aydınından, Türk yazarından nedense hep bir yol göstericilik bekleniyor. Liselerde, hatta üniversitelerde okuyan insanlar bile “aydın topluma yol gösteren...” diye başlayan cümleler kurabiliyor. Postmodernizmin alışagelmiş edebiyat anlayışıyla ilgili sorunu daha buradan başlıyor. Aydının topluma yol göstermesi gibi bir görevi olduğu varsayılan bir toplumda hiçbir şey söylemeyen yazarlar yadırganıyor.

Örneğin Ahmet Oktay’ın ’80 sonrası romanı için kullandığı nitelemeler şunlar: “toplumsal adalet düşüncesine ve ahlâki sorumluluğa karşı duyarsızlaşmış, oyuna gömülmüş (...) kendi yazınsal geçmişinde okuyacak tek bir yazar bulamayan, o geçmişi hakîr gören 1980 sonrası...”[1]

Ancak iş gerçekten de Ahmet Oktay’ın söylediği gibi midir? Romanımız, sanatımız sadece oyuna mı gömülerek geçmişini inkâr mı ediyordur? Toplumsal adalet düşüncesine, ahlâki sorumluluğa karşı duyarsızlaşmış mıdır? Bunlar yanıtı çok net olmayan, çok katmanlı yanıtlar bekleyen sorular. Türk sanatçısı toplumsal adalet düşüncesine yabancılaşmıştır, çünkü 1980 darbesi ve onun getirdii anayasayla toplum apolitize olmuş, çarpık liberalleşme sınıfsal bilinçsizlik toplumu yozlaştırmış ve sanatçı da bundan nasibini alarak kendisini pazarlamaya, popülariteye önem vermiştir. Türk sanatçısı topluma, ahlâki değerlere ilkelere yabancılaşmamıştır, çünkü kendisini mahkeme salonlarına düşüren siyasi açıklamalar yapabılmaktedir Türkiyeli romancılar. Türkiyeli sanatçıların çok defa ana malzemesi geçmiş kültür olmuştur. Geçmiş kültürden yoksun bir İ. O. Anar düşünülebilir mi? Ya da geçmişin hesaplaşmasından yoksun bir O. Pamuk? Yıldız Ecevit “postmodernizmin metnin masumiyetini bozduğunu” söylerken metinlerarasılıktan bahseder. Geçmiş kültürün metni değilse sözkonusu olan, postmodernist yazarın alıntılayacağı, yeniden kurgulayabileceği metin nasıl var olabilir ki? Postmodernist yazarın yazınsal geçmişle hesaplaşması geçmişi yıkma çabası değil, ona yeni bir şekil verme, başka türlü söyleme çabası olarak da ortaya çıkabilir. Yazınsal geçmiş de tek boyutlu olarak düşünülmemeli burada.

Ahmet Oktay’ın savlarına iki yönde de örnekler bulunabilir. Mesele bu kadar net, kesin ve toptancı önermelerle yanıtlanacak gibi değil. Ahmet Oktay ’80 sonrası romanı homojen bir yapı olarak ele alıyor. Bu, doğruğulu tartışılacak bir şeydir. Çünkü klasik çağda olsun, modernist çağda olsun romanların ana ortak meseleleri vardı, çünkü bireylerin ana ortak meseleleri vardı. Ancak postmodernizmin bireyi ben odaklı bir bireydir ve bu yüzden de postmodernist bireylerin dertleri, duruşları, duyuş tarzı öncekilerden ve birbirlerinden bambaşkadır. Ahmet Oktay’ın sözünü ettiği ahlâk, postmodernizmde metnin ahlakına dönüşüyor ki bu da gayet esnek sınırları olan bir ahlâk anlayışına denk geliyor. Postmodernist birey bunu önemsemiyor olabilse de, bu postmodernizmi alhaki kaygıdan yoksun yapmıyor. Postmodernist duyuş sadece bireyleri bağlıyor. Çünkü artık edebiyat, sanat akımları tükendi. Azala azala değil, çoğalarak, yayılarak ve sirayet ederek tükendi. Bu noktada Ahmet Oktay günümüz sanatçılarını homojenize ederek bir yanılgıya düşüyor. Çünkü artık dünya homojen değil, duyuş homojen değil.

Ahmet Oktay, “emperyal kanon, öncelikle güncel sorun bağlamını dışlamayı öngörüyor, benzekleme (pastiche) ve yansılama (parody) yoluyla tarihin, siyasetin işlevsizleştirilmesini sağlıyor” diyor ve ekliyor: “1980 sonrası Türk romanı bu bağlamda toplumsal/siyasal tabanını iyiden iyiye yitirmiş olarak görünüyor.”[2] Bu son önermeden sonra Türkiye’nin toplumsal siyasal tabanını sorgulamak gerekiyor. Elbette Ahmet Oktay’ın bahsettiği toplumsal taban, bilinçli işçi sınıfı olan sol taban. Türkiye’de böyle bir taban hiç olmuş mudur? Türkiye solunun ne kadar sol olduğu bile tartışmalıyken, Türk solunun ana muharrik noktası sınıf mücadelesi, adalet, insan hakları, işçi hakları, artık değer teorisi değil de anti-emperyalizmken, Türkiye’de böyle bir toplumsal/siyasal tabandan bahsetmek ne kadar doğrudur?

Oktay, romanın sorunlarının yalnızca yazınsal düzlemde tartışılamayacağından bahsediyor: “dahası bu dünya alabildiğine kurmacadır. Ama bu kurmaca dünya, son kertede içinde yaşadığımız toplumun ve zamanın nesnel dünyasına ait göstergelerle doludur.”[3] Elbette insan yaşadığı çevreden kopamaz. Çünkü kültürel, sanatsal, görsel, işitsel iletişim kodlarını insana yaşadığı çevre verir, coğrafya insanı önemli ölçüde biçimlendirir. Yıldız Ecevit bu noktada “kurmaca”ya başka bir açıdan bakıyor: “her sanat eğilimi kendi gerçeğini anlatır, bu nedenle de gerçekçidir. Ve gerçeklik de çoğu kez, içinde yaşanılan dönemin kozmolojik görüşünün gerçeğe bakış açısına bağlı olarak biçime dökülür.”

Sanat eserinin gerçekliği somut gerçeklikle aynı mı olmalı? Öyle olacaksa sanatın işlevi nedir? Orhan Pamuk’un 7 Aralık 2006’daki Nobel konuşmasında “gerçeğe sadece onu değiştirerek katlanabildiğim için yazıyorum” dediğinde ya da Oscar Wilde “her şeye inanmaya hazırım, yeter ki büsbütün yalan olsun” dediğinde bu noktayı işaret ediyor. Sanat yapıtı, içinde bulunduğu koşulların ürünüdür, ancak sanatçı gerçekliği bozabilir, değiştirebilir, ona yeni bir biçim verebilir. Sürrealizmden sonra artık hâlâ sadece somut gerçeklikten söz etmek, gökyüzünün sadece mavi olabileceğinden söz etmek sanatı ileriye götürmez. Sanatın işlevi artık dünyayı taklit etmek değil, somut varlığı dünyadan ayırarak yeni bir dünya yaratmaktır. “Edebiyat estetiği, yansıtmacılıktan yabancılaştırmaya doğru ilkesel bir dönüşüm geçirirken, metaforik düzlemdeki dönüşüm de modernist imgede son bulur. Modernist imge katıksız bir yaratıdır.”[4] Artık bu dünyanın nesneleri, bu dünyanın suyu, oksijeni modernist imgedir. Romancı artık ağacı ağaç gibi, çiçeği çiçek gibi algılamak zorunda değildir. Göstergeler artık görünenden çok duyulan şeylerdir.

Ahmet Oktay’a göreyse “gösterge, Mihail Bakhtin’in vurguladığı üzere keyfi ve tarafsız bir öğe değil, metnin üretildiği somut toplumsal dünyanın somut koşullarında beliren virtüel ekonomik, politik, kültürel ve düşünsel çelişkilerin ve bu somut koşullar çerçevesinde gerçekleştirilen bilinçli ya da kendiliğinden mücadelelerin imidir.”[5] “Faili meçhul ve kitlesel cinayetlerin, devlet ve örgüt terörünün, ölüm oruçlarının, Cumartesi annelerinin, yolsuzluğun, işsizliğin ve yoksulluğun yol açtığı dramlar yaşıyor türkiye toplumu[6] ve roman bunu yazmıyor. Sanatsal açıdan düşündüğümüzde gerek var mı? Günümüzün iletişim olanakları ile toplumcu gerçekçiliğin Türkiye’de boy verdiği 1940’ın iletişim olanakları aynı mı? Bugün faili meçhul ve kitlesel cinayetleri, devlet ve örgüt terörünü, ölüm oruçlarını televizyonlardan, gazetelerden, internetten, radyolardan, dergilerden öğrenmiyor muyuz? Zaten çevreyi kuşatan bu bilgi yığınları varken, aynı bilgi yığınıyla okur romanda neden karşılaşsın ki? Okuyacağı şey zaten bildiği bir şeyse insan okur mu o yazıyı?

Yıldız Ecevit’se bu konuda diyor ki: “Yeni düşüncede tüm ölçütler hiçbir önem sıralaması olmaksızın yan yana sergilenmekteydi. Her şeyin karşıtıyla birlikte hiçbir çatışmaya yer vermeden varolduğu, farklılıkların barışçı bir karnaval atmostferi içinde bir arada yaşadığı bir tinsel varoluş biçimimin adıydı postmodern. İdeolojiler aracılığıyla soluk alan sosyal/kültürel modernizm için tüm karşıtlıkların eşitliği düşüncesi, büyük bir sorumsuzluk/aymazlık ya da işbirlikçilik demekti.”[7] Toplumcu gerçekçilik ne olursa olsun, ışığı bir yere tutar, hedef gösterir. Ölüm oruçları kötüyse ölüm oruçlarına, paylaşmak iyiyse paylaşmaya. Ancak dünya iyilerin, kötülerin bu kadar belirgin biçimde ayrıldığı bir yer değil. Bu ayrım kesinse şeytanın çekiciliği neden? Postmodernizm eskiden başka akımların yaptığı gibi “şu iyidir, şu kötüdür” demiyor, “ben size ayna tutuyorum” da demiyor ya da fütürizmin yaptığı gibi bize kavgayı, ne olursa olsun dövüşmeyi söylemiyor, sadece imgeler sunuyor bize ve bu imgelerin de bütünlüklü olması zorunlu değil, sanatsal gerçekliği oluşturmaya elvermesi postmodernist anlatı için yeterlidir. Postmodernizm yol göstermez, okura kendi yolunu açması gerektiğini söyler ve adeta okurun elindeki haritayı alıp yırtar. Okur imge oramanının arasında kalmıştır artık. Burada nefes alıp verebilenlerse ancak seçkin okurdur. “Geleneksel edebiyatın rahat okunan kurgusuna alışmış okur modernist edebiyatın katıksız yaratıcılık anlayışının, avangardist biçim oyunlarının içinde kendini yitirir ve anlamadığı bu metinlerden giderek uzaklaşır. Moderinst edebiyat ise bundan pek etkilenmiyor görünmektedir; seçkincidir; kendisini anlayan, onunla bütünleşen az sayıda okur ona yetmektedir. Metinde anlamın/konunun ardından koşmayan, avangardist biçim denemelerindeki artistik boyutun ayırdına varan, ondan tat alan seçkin bir okurdur bu; romanı şiir gibi okumayı öğrenmiş biridir.”[8] Romanı şiir gibi okumak: bu çaba gerektiren bir okumadır.

Aslında tüm toplumcu gerçekçilik/postmodernizm çatışmasında olduğu gibi burada da karşımıza algı sorunu çıkıyor. Ahlak algısı, toplum algısı, acı algısı, gerçeklik algısı. Postmodernistler gerçekliğe şüpheyle bakarlar, acılar her zaman sokaktaki insanın acısı olmak zorunda da değildir postmodernistlere göre, ya da deneyimler insanın kendi deneyimi olmak zorunda değildir. Edgar Allan Poe hikâyelerini yayımlarken “bu kitabı, düşlerin tek gerçeklik olduğuna inananlara adıyorum” der. Postmodernizmde bütün kavramlarda olduğu gibi gerçekliğin de ciddi bir anlam/algı skalası var. Bence Ahmet Oktay ile Yıldız Ecevit’in çatışma noktaları da anlam paradigmalarının farklılıklarından kaynaklanıyor; acı denildiğinde Ahmet Oktay sokaktaki insanın açlığını anlıyor, Yıldız Ecevit masa başındaki yazarın metinde karşılaştığı bir sorun karşısındaki sıkıntısını düşünüyor. Gerçeklik denildiğinde Ahmet Oktay materyalist, pozitivist gerçekliği algılıyor, Yıldız Ecevit materyalist, pozitivist gerçekten, mistik ve ezoterik gerçeğe kadar hepsinin gerçek olabileceğini düşünüyor ve ona inanmaya hazır.

Ahmet Oktay’ın edebiyatın temel öğesi olması gerektiğini savunduğu sosyalizm algısı da bireylere göre değişebiliyor. Örneğin Oscar Wilde Sosyalizmin Egemenliğinde İnsan Ruhu adlı eserinde sosyalizmi daha nitelikli bireyler yetiştirmeye müsait bir yönetim biçimi olduğu için sevdiğini söyler. Oscar Wilde sosyalizmi hayatın tüm anlamını güzel’de bulan, başkalarıyla aynı fikirde olduğunda yanıldığı duygusuna kapılan, “bana lükslerimi verin, ihtiyaçlarım sizin olsun” diyen bir elitist, bireyci bir estet olarak sever. Bu noktada da Ahmet Oktay’ın sosyalizm anlayışında da, sanat anlayışında da estetiğe bir sanatçı olarak yeteri kadar iltifat etmediğini söylemek yanlış olmaz sanıyorum. Ya da sosyalist olmanın estetiğe, sanatsal elitizme engel olmaması gerektiğini söylemek.

Türk edebiyatının en önemli eleştirmenlerinden, şairlerinden ve en önemli okurlarından biri olan Ahmet Oktay’ın postmodernizm eleştirileri güncelliğini korumayan eleştiriler genellikle. Toplumu sanatın önüne koyan, yazıyı şablona sokmak isteyen eleştiriler. Oysa postmodernizm eleştirilecekse başka bir problematik haritasında eleştirilmeli.


[1] OKTAY, Ahmet. Romanımıza Ne Oldu?, Dünya Yayınları, sayfa 15.

[2] OKTAY, Ahmet, A. G. E. Sayfa: 19

[3] OKTAY, Ahmet, A. G. E. Sayfa: 17.

[4] ECEVİT, Yıldız, Türk Romanında Postmodernist Açılımlar, İletişim Yayınları, Sayfa 54

[5] OKTAY, Ahmet, A. G. E. Sayfa: 17.

[6] OKTAY, Ahmet, A. G. E. Sayfa: 19.

[7] ECEVİT, Yıldız, A. G. E. Sayfa 63.

[8] ECEVİT; Yıldız, A. G. E. Sayfa: 55

3 Temmuz 2010 Cumartesi

Baba ile Oğlu Arasında İki Mektup


Kardeşi Şehzade Selim’e karşı başlattığı mücadeleyi kaybedip 1560’ta oğulları Orhan, Osman, Mahmud ve Abdullah’ı da yanına alarak İran’a sığınan Şehzade Bayezid babasından af dilemek için, ona bir manzum mektup yazar. Şehzadenin mütekerrir murabba şeklinde nazmettiği mektuba babası Kanuni de aynı vezin ve kafiyede bir mektupla yanıt vermiş. Kısa bir süre sonra kendi ve dört günahsız çocuğu ile idam edilen şehzadeden, babasının elinde belki son hatıra olarak aşağıdaki mısralar kalmıştı:


Şehzâde Bâyezid’in Pederleri Kânûnî Sultân Süleymân Han Hazretlerine İrsâl Eyledikleri Tazarru’-nâmedir. (Şehzade Bayezid’in, Babası Sultan Süleyman Han Hazretleri’ne Gönderdiği Yakarı Şiiridir)


Ey ser-â-ser âleme Sultân Süleymânım baba
Tende cânım cânımın içinde cânânım baba
Bâyezîdine kıyar mısın benim cânım baba
Bî-günâhım hak bilir devletli sultânım baba

Enbiyâ ser-defteri yani ki âdem hakıkıçün
Hem Dahî Mûsâ ile Îsa-yı Meryem hakkıçün
Kâ’inatın serveri ol rûh-ı a’zam hakkıçün
Bî-günâhım hak bilir devletli sultânım baba

Sanki Mecnûnum bana dağlar başı oldu durak
Ayrılıp bil-cümle mâl ü mülkten düştüm ırak
Dökerim göz yaşını vâ hasretâ dâl el-firâk
Bî-günâhım hak bilir devletli sultânım baba

Kim sana ‘arz eyleye hâlim eyâ şâh-i kerîm
Andan kardaşlarımdan ayrılıp kaldım yetîm
Yok benim bir zerre isyânım sana Haktır ‘alîm
Bî-günâhım hak bilir devletli sultânım baba

Bir nice ma’sûmum olduğum şehâ bilmez misin
Onların kanına girmekten hazer kızmaz mısın
Yoksa ben kulunla Hak dergâhına varmaz mısın
Bî-günâhım hak bilir devletli sultânım baba

Hak Te’âlâ kim cihânın şâhı etmiştir seni
Öldürüp ben kulunu güldürme şâhım düşmanı
Gözlerim nûru oğullarımdan ayırma beni
Bî-günâhım hak bilir devletli sultânım baba

Tutalım iki elim baştan başa kanda ola
Bu meseldir söylenir kim kul günâh etse n’ola
Bâyezîdin suçunu bağışla kıyma bu kula
Bî-günâhım hak bilir devletli sultânım baba


Pederleri Kânûnî Sultân Süleymân Han Hazretlerinin Cevâbı (Babası Kanuni Sultan Süleyman Han Hazretlerinin Cevabı)

Ey dem-â-dem mazhar-i tugyân ü isyânum oğul
Takmayan boynuna hergiz tavk-i fermânım oğul
Ben kıyar mıydım sana ey Bâyezid Han’ım oğul
Bî-günâhım deme bâri tövbe kıl cânım oğul

Enbiyâ vü evliyâ ervâh-i a’zem hakkıçün
Nûh ü İbrahim ü Mûsa ibni Meryem hakkıçün
Hatm-i âsâr-i nübüvvet Fahrî ‘Âlem hakkıçün
Bî-günâhım deme bâri tövbe kıl cânım oğul

Âdem adın etmeyen Mecnûna sahrâlar durak
Kurb-i tâ’atden kaçanlar dâima düşer ırak
Tan değildir der isen vâ hasretâ dâd el-firâk
Bî-günâhım deme bâri tövbe kıl cânım oğul

Neş’et-i Haktır übüvvet râm olan olur kerîm
“Lâ tekul üf” kavlini inkâr eden kalır yetîm
Tâ’ate isyâna ‘âlimdir Hudâvend-i Kerîm
Bî-günâhım deme bâri tövbe kıl cânım oğul

Rahm ü şefkat zîb-i îmân olduğun bilmez misin
Yâ dem-i ma’sûm dökmekten hazer kılmaz mısın
‘Abd-i âzâd ile Hak dergâhına varmaz mısın
Bî-günâhım deme bâri tövbe kıl cânım oğul

Hak re’âyâ-yı mutî’e râ’î etmiştir beni
İsterim mağlûb edem agnâma zi’b-i düşmeni
Hâşe-lilleh öldürürsem bî-günâh nâgâh seni
Bî-günâhım deme bâri tövbe kıl cânım oğul

Tutalım iki elin baştan başa kanda ola
Çünkü istigfâr edersin biz de ‘afv etsek n’ola
Bâyezîd’in suçunu bağışlaram gelsen yola
Bî-günâhım deme bâri tövbe kıl cânım oğul

Kaynak: Osmanlı Şiiri Antolojisi, A. A. Şentürk.
Not: 16. yy. dil özellikleri taşıyan bu metindeki çekim ekleri günümüz Türkçesindeki kullanımlarıyla değiştirilmiştir. Kimileri yadırgarsa da, blog'daki seçmimiz böyle oldu. Bu yol seçilmeseydi, örneğin ilk şiirin mükerrer mısraı "Bî-günâhum hak bilür devletlü sultânum baba" şeklinde olacaktı.

İlk Cümleler - I


"Karrer delirmeden önce, sadece çarşamba günü Oehler'le yürüdüğüm halde, şimdi Karrer delirdikten sonra pazartesi de Oehler'le yürüyorum."

Yürümek - Evet, Thomas Bernhard

küçük İskender'le Söyleşi


• Orhan Murat Arıburnu Şiir Ödülü’nden sonra ikinci kez çok önemli bir ödüle İskender’i Ben Öldürmedim adlı kitabınızla layık görüldünüz. Öncelikle sizi tebrik ederim. Kitap üzerine olan röportajlarınızda “İskender’i Ben Öldürmedim” derken, modernist bir şairin, dolayısıyla modernizmin öldürülmesinden, şiirin muhafazakârlaşmaya başlamasının sancılarından bahsettiğinizi söylemiştiniz. Bu durumda Melih Cevdet Anday Şiir Ödülü’nün sizin gibi bir isme verilmesi bir anlamda modernist şiir için kalp masajı niteliğine bürünüyor. Ambulans, öldürülmeye çalışılan bir şiir anlayışının imdadına zamanında yetişebildi mi sizce?
• Aslında asla korunmaya muhtaç bir şiir yazmadım ben bugüne değin; hatta böyle yazılmış, kotarılmış şiirlere okur olarak da bir ilgi duymadım. Bu zihniyete teslim olmuş ezik bir şair, kendi yazdığı kitaba kutsal kitapmış gibi yaklaşır ve elinde tuttuğu bu kitapla sıradanlığa, zavallılığa kul olur. Duaları artık, yalnızca hatırlanmak ve daha fazla hırpalanmamak üzerinedir. Benzerlerinin arasına karışır ve edebi ritüellerle ruhunu ihya edecek, olağanlığını armağana boğacak kutsal takdir mekanizmasının çalışmasını bekler. İlkel bir rasyonalizyondur bu. Edebiyatını kendisinin de dahil olduğu bir cehalet sürüsüne paylaşılabilecek bir nimet gibi sunmanın modernist bir insanın davranış modelleriyle ilgisi yoktur. Burada sözünü ettiğim model, kopyalamaktan çok, öncü bir ilk diye tanımlanmanın gereğidir, ölçütüdür. Zaman zaman yaşadığınız toplumla, toplulukla da ters düşebilirsiniz bu yüzden; sizin çağdaşlıktan algıladığınız onların sınırlarını zorlayabilir, onları size düşman da edebilir. Eğer siz, yaptıklarınızdan ve yapacaklarınızdan memnun ve bu mertebede kararlıysanız, ne toplumcu çizginiz zedelenir ne de bireyin insanî özelliklerinin getirdiği şiirsel dokümanlar. Kimi zaman mizah duygunuz bile çizgisini aşıp alaysılamaya kayabilir. Melih Cevdet Anday’ın da bir usta olarak içinde olduğu durumu ben böyle tespit ediyorum; ülkemizde öleyazan insanlara ambulans değil, cenaze arabası gönderiliyorsa , gerçek şair de bundan nasibini alır. Sorunuzu cevaben toparlarsam, modern olanın “lahza” içinde ölmesi modernizmin şartlarındandır. Yenilenme böyle sürer zaten.

• Peki bu muhafazakâr şiirin yükselişiyle Türkiye’nin ahvali, din, milliyetçilik gibi kavramların siyasileşmesi ve ticarileşmesi arasındaki bağ ne kadar güçlü?
• Et, tırnaktan ayrılmaz; önemli olan bu uzvu kesip atabilmektir. Okurun şairden, şairin ise hayattan beklediği budur. Her çağda, o çağın gerisinde ve ilersinde olan insanlar birlikte yaşar; çatışmanın / gerginliğin asıl sebebi buradadır; muhafazakârın bugün muhalif görünmesinin nedeni kendi çağ dışılığını örtme gayesiyle ait olduğu eski çağa dönme çabasından, yalnız kalmamak için de birlikte dönmenin lüzumundan doğan öfkesindedir; kendisiyle gelen olmayınca da saldırgan ama temkinli davranıyor. Çevresindekileri alıştırmaya, zaman kaybıyla bu gericiliği olağanlaştırmaya, kendi çaresizliğini olgunlaştırmaya çalışıyor. Uyanık insanın ameliyatla işi olmaz; kesip atacaksın o uzvu ve gerekirse engelli ama onurlu yaşayacaksın. Meselenin inceliği, bazen kaba haraketi gerektirebilir.

• Sizin çatışmak zorunda kaldığınız bu anlayış karşısında şiir sahası/arenası içinde kendinizi yalnız hissettiğiniz oluyor mu? Sonuçta siz toplumcu bir şair değil, siyasi duruşu olan bir şairsiniz ve buna bağlı olarak da daha çok kişi, grup ve ideolojiyi karşınıza alıyorsunuz.
• Taraftarlık, ayrı bir zekâ seviyesi gerektirir; bizde her topluluğun başında biri durur; kuzuların başında çoban, maçlarda amigo, mitinglerde slogancıbaşı, kahvehanelerde ağır abi; uzar gider bu liste. Lobileşen, cemaatleşen, her neyse ne, bütün edebiyat dünyamızda bu zihniyet de yer bulmuş ve birileri tarafından itinayla değerlendirilmiştir. Benim buna taraftar olma yeteneğim eksik. Çünkü kafamın çalıştığına eminim; “işbölümü sırası” diyor Melih Cevdet Anday. İnsanların statüleri zedelenecekse, hocalıkları ellerinden gidecekse, sınıfsal farklılıkları ortadan kalkacaksa, adam gibi adam, toplum gibi toplum olacaklarsa, ben inatla bunu savunuyorsam, beni neden aralarına alsınlar ki? Benim tavrım, onların pay ve değer anlayışı dağılımlarına göre bölücülük taşıyan bir tavırdır. Eşitliğin bir haksızlık olduğunu varsayanlarla ne paylaşabilirim ki zaten? Bırakalım bu toplumcu noktadan bakmayı, şiirimde de öyledir benim; dilimizdeki bütün kelimelere dahi eşit davranırım: En zarif olanıyla en ahlaksız olanı yan yanadır bende. Aralarında ayrım gözetmem. İşte bu batar insanlara; bu eşit muamele yorar onları. İşiniz yoksa kalkıp herkese eşit pay dağıtacaksınız, kim uğraşacak bununla. Yüz sana, yüz bana, koy gerisini milyonlar paylaşsın birer birer. Hesap ortada. Şiir, eşitliği savunur. Şiir, hakça yaşamanın, kardeşliğin yanındadır derken bu lafları bir yerlerden ezberlemedim ben, öyle hissettiğim ve öyle olması gerektiğine inandığım için söyledim. Otuz iki diş birbirinden az çok farklıdır, ama bir araya gelirlerse bir şeyi ısırabilirler. Birey ve toplum ilişkisi için fazla ironik ama, kaçınılmaz bir gerçek.

• İskender’i Ben Öldürmedim’deki dingin havayı “bir moladan çok bir ateşkes ilanı, fırtına öncesi sessizliği” gibi gördüğünüzü belirtmiştiniz. Bu ödül fırtına başlangıcı mı sizin için ve şiirinizdeki rüzgâr şiddeti doruk noktasına ne zaman yaklaşacak?
• Türk Şiiri, Dünya Şiiri’nin doruklarında olduğuna göre ben de oralardayım; en önemli sorunun hızla ve doğru olarak diğer dillere çevrilmek olduğunu görebiliyorum; derdim faşizm diyorsam, yalnızca bu toprak parçasından, Ortadoğu’dan söz etmiyorum ki. Mücadelenin her cephesinde olmanın zorluğuyla yazıyor bugün buradaki insanlar, doğru yol izlenirse aydınlık çok da uzakta olamaz. Safların sıklaştırılması ve acele etmeden, doğru organizasyonlarla işbirliğine gidilmesi gerçekleştirilebilirse şiirimizin fethedemeyeceği yer yok. Ama sık sık karşılaştığımız bir kilit bu: Birlikteliğin sağlanamaması meselesi. Bu ihtimal çerçevesinde kendi kişisel çıkışlarımın da takipçisiyim elbette. Şiirimin görsel malzeme eksikliği beni bazen endişelendiriyor; gösteremediğimi, işaret edemediğimi sandığım, bu telaşa yenik düştüğüm zamanlarda şiiri diğer görsel sanatlarla buluşturma yolları arıyorum. Sanıyorum, bu keşfin sonunda arzuladığım noktayı yakalayabileceğim.

• Birçok şairin bir gemisi var ve hepsi farklı istikametlere doğru ilerliyor. Rimbaud’nun Sarhoş Gemi’si özgürlüğe giderken Yahya Kemal’in gemisi meçhule gidiyor, Nâzım motorları maviliklere sürüyor. Siz de ödül alan bu son şiir kitabınızda “çatlamış bir alın kemiği gibi kafatasında beyne doğru ilerleyen” bir gemiden söz ediyorsunuz. Beyne doğru yapıtığınız bu yolculuk bir bilinçlenme süreci mi, yoksa sizin geminiz bilinç’i fethetmeye mi niyetli?
• Unutmayalım, Orhan Veli’nin de ‘elifba’nın yapraklarından yaptığı yelkenli gemileri’ vardır; benimki bir denizaltı sanki. Bilinçaltında çünkü. Ataol Behramoğlu şöyle demişti bana: “Dilin mayınlı bölgelerinde dolaşıyorsun. Keyifli ama bir o kadar da tehlikeli”. Bilinçaltındaki mayınların temizlenmesi uzun sürebilir; gittiğim yerin mükemmel mi, huzur verici mi, kaotik mi, lanetli mi olduğunu düşünmeden, kimi zaman bilinçüstünü de kontrol ederek yaptığım bu yolculuk, aslında psikanalitik bir göçtür; burada olan şimdi’yi, o şimdi’nin nasıl algılandığını, bu sistemin nasıl çalıştığını merak ettiğim gizli, bilinmeyen “şey”e götürüyorum; bir karşılaştırma için. Buradaki şimdi ile oradaki “buradaki şimdi”nin arasındaki fark, yıllardır yapılamayan şiirin tanımına ulaşmamı hızla sağlayabilir. Bu arada hafızamı tekrar bütünüyle ele geçirmem de hoş kaçacaktır.

• Peki, Melih Cevdet şiiriyle sizin ilişkiniz ne düzeyde? Melih Cevdet, Orhan Veli ve Oktay Rifat’la birlikte şiire sokağı taşımıştı; siz bu sokak kavramını genişletip Türkçe şiire “arka sokak” kavramını soktunuz; bu açıdan bakıldığında şiirinizdeki mekân İkinci Yeni’den çok Garip hareketinin mekân anlayışına daha yakın bir yerde duruyor. Kendi arka sokaklarınızdan baktığınızda Melih Cevdet’in sokaklarında neler görüyorsunuz? Bu sokaktan neler geliyor size köşeyi dönüp ve kesişen noktada neler var?
• Derin bir mutsuzluk görüyorum o sokaklarda; yılgınlıktan, umutsuzluktan kaynaklanmayan, çok beklemiş, bekletmiş, bekletilmiş olmanın mutsuzluğu hakim Melih Cevdet Anday’ın şiir aralıklarında. “Anı” adlı şiiri bu dediğimin en büyük kanıtlarından biridir. Çünkü burada varlığını pervasızca ortaya koyan mutsuzluk Türkçe yazılmış olsa da, Türkçe değildir; bütün dünya dillerinin, bütün dünya aydınlarının şakağına dayanmış yoz ve yobaz silahın acımasızlığından doğan bir mutsuzluk. “Kolları bağlı” kalmak da bu değil mi zaten?! Garip’teki sokaklarda insanlar, bu durumdan bir çeşit haberlidirler, ama kendilerini aşan durumlar karşısında yetkisizdirler; İkinci Yeni’nin sokaklarındaki insanlar ise bu durumdan haberli olmanın ötesinde entelektüeldirler, kısa süreli çözümler üretebilirler. Ben bu iki edebi yönelimin sokakları arasındaki kestirme bir arka sokaktan bakıyorum hayata; biraz eklektik bir sokak bu: Nâzım’ın insanları da geçiyor bu sokaktan, Melih Cevdet’in de, Edip’in de, Attilâ’nın da.. Sokaktaki evlerde yaşayanlar ise küçük İskender’in insanları. Sokağın bir ucunda çınar ağacı, diğer ucunda ise rahatı kaçan bir ağaç var. Evlerin aralarında kiliseler, meyhaneler, genelevler, çocuk parkları, akıl hastaneleri. Curcunalı bir sokak burası. Orhan Veli’nin bütün sevdiği kadınlar bu sokaktaki evlerde ömür sürdü; bezik bu sokağın evlerinden taştı dışarı, Can, küçücük bir çocukken bu sokağın bir evinin balkonunda bekledi müfettiş babasını. Nilgün, buradaki bir evden attı kendini. Nihat Behram, yurtdışına gitmeden önce buradaki bir evde saklandı bir süre. Güzel bir sokaktır benim sokağım, gözünüz yiyorsa buyurun taşının.

• Melih Cevdet Anday şiiri mitolojiyle yakın bir ilişki içindedir. İskender’i Ben Öldürmedim’de de gerçeği aşan ve bazen de fantastiğe kayan öğeler ön plana çıkıyor. Melih Cevdet’in mitolojiye, küçük İskender’in metafiziğe yöneliminde nelerin etkili olma ihtimali var? Gerçeklikten sıkılma ya da onu aşma tutkusu mudur bu yönelimin ana nedeni?
• Tanrıya değil, tanrısal olana duyulan bir açlıktan konu açılabilir: İdealize edilenden çok, mükemmeliyetçi tarzın ifadesinde takılıp kaldığımız yerel sıkıntıların dışavurumunu engellemek, bunları sosyal sorunlar haline dönüştürmeden kendi alanımızda çözerken, sağlıklı bir çözüme ulaştırırken izlenecek bir yol olarak adlandırmak daha doğru. Gerçeklik, her zaman sıkıcıdır, bıktırıcı dememek gerek. Gerçeğin değişme olasılığı yoktur çünkü. Şairi bu yıpratır. Taş, her zaman taştır; faşizm, her zaman faşizm. Bu gerçekliği değiştiremezsiniz. Onu başkalaştırmadan dönüştürebilmek ise şairin sevincidir. Bu anarko/devrimci tavra ister gerçeği aşma tutkusu deyin, ister meczupluk; şairin simyagerliği, iktidarların korkusu olmaya devam edecektir. Madde ile mana’nın karşılaştırmalı pratiklerini kaleme alırken diyalektiğin öğretisinden uzak durmamaya çalışıyorum. Tanrısal olanın varlığının kanıtlanması, yeryüzündeki yılgınlığın imhasını kolaylaştıracaktır benim açımdan. Tanrıyı kışkırtırsanız kendini hissettirebilir, o zaman kurban şair olsa da bütün insanlık kurtulur.

• Melih Cevdet İsa’nın adını bir kitabının başlığına koyacak denli seviyor ve çok kullanıyor. Siz de tanrıya “çiviyle haç arasında sıkışmış bir isa”nın olduğunu hatırlatıyor, Nuh’un hiçbirimizi sevmemiş olduğunu söylüyorsunuz. Melih Cevdet Anday’ın şiir kapılarını hayali tanrı, tanrıça ve yarıtanrılara açma nedenleriyle sizin tanrıya ve peygamberlere temkinli yaklaşma nedenlerinizin kesiştiği noktalar var mı?
• Temkinden kastınız şu mu: “Hangi peygamber cehenneme gidecek”. İnançlı insanlarla birebir kişisel, felsefi hiçbir sorunum olmadı, olamaz. Ancak benim konumum yeryüzünde ve sorumluluklarım burada diye düşünmekteyim. Her birimizin ruhu kendi bedenlerimize yeniden bir peygamber edasıyla inse, acılar biter. Milyarlarca peygamber oluruz bir anda; böyle bir dünya cennete benzemez mi?! Ne Irak bombalanır, ne Lübnan’da çocuklar ölür, ne İkiz Kuleler yıkılır. Bundan sonra bir Iraklının bir Amerikalıya, bir Lübnanlının bir Yahudi’ye âşık olma ihtimali ne kadardır?! Ben bu ihtimalin istatistiklerini çıkartırken dinsel olanı göz ardı edemem elbette, ama elimdeki ölçütler daha önemli: Matematik, siyaset ve sanat.

• Son kitabınız İt Cazı’ndaki “it”in sosyolojik mânâdaki “öteki” olduğunu düşünüyorum. Gece kulüplerinde eğlenen steril insan ile sokakta yatan insan gibi. Sizin caz yapan köpeğiniz hayatta kalmak için taviz vermek zorunda kalıyor mu, yoksa onun söylediği şarkı bir tür tavır alma girişimi mi?
• Şarkı söylemek, ahenge iştiraktir; oysa caz uyumlu olma zorunluluğu taşımaz. Kimi zaman atonal ve distortional’dir. Yaşamak istediklerimizle bize yaşatılanlar arasında siz de bir çelişki yakalıyorsanız ve bundan dolayı canınız yanıyorsa ve bundan dolayı “ne kadar pis kokarsak o kadar iyi” diyebiliyorsanız ve bundan dolayı faili meçhuller listesine sizin de adınız ekleniyorsa ve bundan dolayı gözleriniz sulanıyorsa ve bundan dolayı işkence görüyorsanız ve bundan dolayı geceleri uykunuz kaçıyorsa, çıkıp sokağa “ben artık şarkı dinlemek değil, şarkı söylemek istiyorum” fikriyle it cazına başlarsınız. Caz, genelev kökenli bir müziktir. Eh, herkesin, her şeyin insanlık tarihi ekseninde sizi satmaya kalkıştığı bir yerde caz yapmak iyidir.

• İt Cazı’nın çok etkileyici bir arka kapak yazısı var. Bu yazıda elinizde bir bıçak olduğunu söylüyorsunuz. küçük İskender şiirinde kesici alet olarak karşımıza jilet çıkardı daha çok; elinize bıçak almış olmanız saldırganlık dozunuzun arttığını mı gösteriyor? küçük İskender okurlarını, dostlarını ve düşmanlarını neler bekliyor?
• Jilet, bana hastı; bıçaksa daha toplumsal bir çizgide. Umarım, diğer sefere elimde balta olmaz. Koşullar ağırlaştıkça kendinizi koruma ve saldırma içgüdünüz otomatikman gelişiyor. Hayatı bir komedi filmi tadında yaşamaya gelenler, önce melodramla, ardından korku filmiyle karşılaşıyorlarsa benim seyirci olma şansım kalmamıştır, bundan sonra ben de o filme bir kahraman olarak girer, üstüme ne düşüyorsa yaparım. İnsanların yakılması karşısında memnuniyet gösterenlerin karşısına elimde bıçakla çıkmışım, çok mu?!

Söyleşiyi yapan: Koray Özdemir (Varlık, Eylül 2006)