3 Temmuz 2010 Cumartesi

küçük İskender'le Söyleşi


• Orhan Murat Arıburnu Şiir Ödülü’nden sonra ikinci kez çok önemli bir ödüle İskender’i Ben Öldürmedim adlı kitabınızla layık görüldünüz. Öncelikle sizi tebrik ederim. Kitap üzerine olan röportajlarınızda “İskender’i Ben Öldürmedim” derken, modernist bir şairin, dolayısıyla modernizmin öldürülmesinden, şiirin muhafazakârlaşmaya başlamasının sancılarından bahsettiğinizi söylemiştiniz. Bu durumda Melih Cevdet Anday Şiir Ödülü’nün sizin gibi bir isme verilmesi bir anlamda modernist şiir için kalp masajı niteliğine bürünüyor. Ambulans, öldürülmeye çalışılan bir şiir anlayışının imdadına zamanında yetişebildi mi sizce?
• Aslında asla korunmaya muhtaç bir şiir yazmadım ben bugüne değin; hatta böyle yazılmış, kotarılmış şiirlere okur olarak da bir ilgi duymadım. Bu zihniyete teslim olmuş ezik bir şair, kendi yazdığı kitaba kutsal kitapmış gibi yaklaşır ve elinde tuttuğu bu kitapla sıradanlığa, zavallılığa kul olur. Duaları artık, yalnızca hatırlanmak ve daha fazla hırpalanmamak üzerinedir. Benzerlerinin arasına karışır ve edebi ritüellerle ruhunu ihya edecek, olağanlığını armağana boğacak kutsal takdir mekanizmasının çalışmasını bekler. İlkel bir rasyonalizyondur bu. Edebiyatını kendisinin de dahil olduğu bir cehalet sürüsüne paylaşılabilecek bir nimet gibi sunmanın modernist bir insanın davranış modelleriyle ilgisi yoktur. Burada sözünü ettiğim model, kopyalamaktan çok, öncü bir ilk diye tanımlanmanın gereğidir, ölçütüdür. Zaman zaman yaşadığınız toplumla, toplulukla da ters düşebilirsiniz bu yüzden; sizin çağdaşlıktan algıladığınız onların sınırlarını zorlayabilir, onları size düşman da edebilir. Eğer siz, yaptıklarınızdan ve yapacaklarınızdan memnun ve bu mertebede kararlıysanız, ne toplumcu çizginiz zedelenir ne de bireyin insanî özelliklerinin getirdiği şiirsel dokümanlar. Kimi zaman mizah duygunuz bile çizgisini aşıp alaysılamaya kayabilir. Melih Cevdet Anday’ın da bir usta olarak içinde olduğu durumu ben böyle tespit ediyorum; ülkemizde öleyazan insanlara ambulans değil, cenaze arabası gönderiliyorsa , gerçek şair de bundan nasibini alır. Sorunuzu cevaben toparlarsam, modern olanın “lahza” içinde ölmesi modernizmin şartlarındandır. Yenilenme böyle sürer zaten.

• Peki bu muhafazakâr şiirin yükselişiyle Türkiye’nin ahvali, din, milliyetçilik gibi kavramların siyasileşmesi ve ticarileşmesi arasındaki bağ ne kadar güçlü?
• Et, tırnaktan ayrılmaz; önemli olan bu uzvu kesip atabilmektir. Okurun şairden, şairin ise hayattan beklediği budur. Her çağda, o çağın gerisinde ve ilersinde olan insanlar birlikte yaşar; çatışmanın / gerginliğin asıl sebebi buradadır; muhafazakârın bugün muhalif görünmesinin nedeni kendi çağ dışılığını örtme gayesiyle ait olduğu eski çağa dönme çabasından, yalnız kalmamak için de birlikte dönmenin lüzumundan doğan öfkesindedir; kendisiyle gelen olmayınca da saldırgan ama temkinli davranıyor. Çevresindekileri alıştırmaya, zaman kaybıyla bu gericiliği olağanlaştırmaya, kendi çaresizliğini olgunlaştırmaya çalışıyor. Uyanık insanın ameliyatla işi olmaz; kesip atacaksın o uzvu ve gerekirse engelli ama onurlu yaşayacaksın. Meselenin inceliği, bazen kaba haraketi gerektirebilir.

• Sizin çatışmak zorunda kaldığınız bu anlayış karşısında şiir sahası/arenası içinde kendinizi yalnız hissettiğiniz oluyor mu? Sonuçta siz toplumcu bir şair değil, siyasi duruşu olan bir şairsiniz ve buna bağlı olarak da daha çok kişi, grup ve ideolojiyi karşınıza alıyorsunuz.
• Taraftarlık, ayrı bir zekâ seviyesi gerektirir; bizde her topluluğun başında biri durur; kuzuların başında çoban, maçlarda amigo, mitinglerde slogancıbaşı, kahvehanelerde ağır abi; uzar gider bu liste. Lobileşen, cemaatleşen, her neyse ne, bütün edebiyat dünyamızda bu zihniyet de yer bulmuş ve birileri tarafından itinayla değerlendirilmiştir. Benim buna taraftar olma yeteneğim eksik. Çünkü kafamın çalıştığına eminim; “işbölümü sırası” diyor Melih Cevdet Anday. İnsanların statüleri zedelenecekse, hocalıkları ellerinden gidecekse, sınıfsal farklılıkları ortadan kalkacaksa, adam gibi adam, toplum gibi toplum olacaklarsa, ben inatla bunu savunuyorsam, beni neden aralarına alsınlar ki? Benim tavrım, onların pay ve değer anlayışı dağılımlarına göre bölücülük taşıyan bir tavırdır. Eşitliğin bir haksızlık olduğunu varsayanlarla ne paylaşabilirim ki zaten? Bırakalım bu toplumcu noktadan bakmayı, şiirimde de öyledir benim; dilimizdeki bütün kelimelere dahi eşit davranırım: En zarif olanıyla en ahlaksız olanı yan yanadır bende. Aralarında ayrım gözetmem. İşte bu batar insanlara; bu eşit muamele yorar onları. İşiniz yoksa kalkıp herkese eşit pay dağıtacaksınız, kim uğraşacak bununla. Yüz sana, yüz bana, koy gerisini milyonlar paylaşsın birer birer. Hesap ortada. Şiir, eşitliği savunur. Şiir, hakça yaşamanın, kardeşliğin yanındadır derken bu lafları bir yerlerden ezberlemedim ben, öyle hissettiğim ve öyle olması gerektiğine inandığım için söyledim. Otuz iki diş birbirinden az çok farklıdır, ama bir araya gelirlerse bir şeyi ısırabilirler. Birey ve toplum ilişkisi için fazla ironik ama, kaçınılmaz bir gerçek.

• İskender’i Ben Öldürmedim’deki dingin havayı “bir moladan çok bir ateşkes ilanı, fırtına öncesi sessizliği” gibi gördüğünüzü belirtmiştiniz. Bu ödül fırtına başlangıcı mı sizin için ve şiirinizdeki rüzgâr şiddeti doruk noktasına ne zaman yaklaşacak?
• Türk Şiiri, Dünya Şiiri’nin doruklarında olduğuna göre ben de oralardayım; en önemli sorunun hızla ve doğru olarak diğer dillere çevrilmek olduğunu görebiliyorum; derdim faşizm diyorsam, yalnızca bu toprak parçasından, Ortadoğu’dan söz etmiyorum ki. Mücadelenin her cephesinde olmanın zorluğuyla yazıyor bugün buradaki insanlar, doğru yol izlenirse aydınlık çok da uzakta olamaz. Safların sıklaştırılması ve acele etmeden, doğru organizasyonlarla işbirliğine gidilmesi gerçekleştirilebilirse şiirimizin fethedemeyeceği yer yok. Ama sık sık karşılaştığımız bir kilit bu: Birlikteliğin sağlanamaması meselesi. Bu ihtimal çerçevesinde kendi kişisel çıkışlarımın da takipçisiyim elbette. Şiirimin görsel malzeme eksikliği beni bazen endişelendiriyor; gösteremediğimi, işaret edemediğimi sandığım, bu telaşa yenik düştüğüm zamanlarda şiiri diğer görsel sanatlarla buluşturma yolları arıyorum. Sanıyorum, bu keşfin sonunda arzuladığım noktayı yakalayabileceğim.

• Birçok şairin bir gemisi var ve hepsi farklı istikametlere doğru ilerliyor. Rimbaud’nun Sarhoş Gemi’si özgürlüğe giderken Yahya Kemal’in gemisi meçhule gidiyor, Nâzım motorları maviliklere sürüyor. Siz de ödül alan bu son şiir kitabınızda “çatlamış bir alın kemiği gibi kafatasında beyne doğru ilerleyen” bir gemiden söz ediyorsunuz. Beyne doğru yapıtığınız bu yolculuk bir bilinçlenme süreci mi, yoksa sizin geminiz bilinç’i fethetmeye mi niyetli?
• Unutmayalım, Orhan Veli’nin de ‘elifba’nın yapraklarından yaptığı yelkenli gemileri’ vardır; benimki bir denizaltı sanki. Bilinçaltında çünkü. Ataol Behramoğlu şöyle demişti bana: “Dilin mayınlı bölgelerinde dolaşıyorsun. Keyifli ama bir o kadar da tehlikeli”. Bilinçaltındaki mayınların temizlenmesi uzun sürebilir; gittiğim yerin mükemmel mi, huzur verici mi, kaotik mi, lanetli mi olduğunu düşünmeden, kimi zaman bilinçüstünü de kontrol ederek yaptığım bu yolculuk, aslında psikanalitik bir göçtür; burada olan şimdi’yi, o şimdi’nin nasıl algılandığını, bu sistemin nasıl çalıştığını merak ettiğim gizli, bilinmeyen “şey”e götürüyorum; bir karşılaştırma için. Buradaki şimdi ile oradaki “buradaki şimdi”nin arasındaki fark, yıllardır yapılamayan şiirin tanımına ulaşmamı hızla sağlayabilir. Bu arada hafızamı tekrar bütünüyle ele geçirmem de hoş kaçacaktır.

• Peki, Melih Cevdet şiiriyle sizin ilişkiniz ne düzeyde? Melih Cevdet, Orhan Veli ve Oktay Rifat’la birlikte şiire sokağı taşımıştı; siz bu sokak kavramını genişletip Türkçe şiire “arka sokak” kavramını soktunuz; bu açıdan bakıldığında şiirinizdeki mekân İkinci Yeni’den çok Garip hareketinin mekân anlayışına daha yakın bir yerde duruyor. Kendi arka sokaklarınızdan baktığınızda Melih Cevdet’in sokaklarında neler görüyorsunuz? Bu sokaktan neler geliyor size köşeyi dönüp ve kesişen noktada neler var?
• Derin bir mutsuzluk görüyorum o sokaklarda; yılgınlıktan, umutsuzluktan kaynaklanmayan, çok beklemiş, bekletmiş, bekletilmiş olmanın mutsuzluğu hakim Melih Cevdet Anday’ın şiir aralıklarında. “Anı” adlı şiiri bu dediğimin en büyük kanıtlarından biridir. Çünkü burada varlığını pervasızca ortaya koyan mutsuzluk Türkçe yazılmış olsa da, Türkçe değildir; bütün dünya dillerinin, bütün dünya aydınlarının şakağına dayanmış yoz ve yobaz silahın acımasızlığından doğan bir mutsuzluk. “Kolları bağlı” kalmak da bu değil mi zaten?! Garip’teki sokaklarda insanlar, bu durumdan bir çeşit haberlidirler, ama kendilerini aşan durumlar karşısında yetkisizdirler; İkinci Yeni’nin sokaklarındaki insanlar ise bu durumdan haberli olmanın ötesinde entelektüeldirler, kısa süreli çözümler üretebilirler. Ben bu iki edebi yönelimin sokakları arasındaki kestirme bir arka sokaktan bakıyorum hayata; biraz eklektik bir sokak bu: Nâzım’ın insanları da geçiyor bu sokaktan, Melih Cevdet’in de, Edip’in de, Attilâ’nın da.. Sokaktaki evlerde yaşayanlar ise küçük İskender’in insanları. Sokağın bir ucunda çınar ağacı, diğer ucunda ise rahatı kaçan bir ağaç var. Evlerin aralarında kiliseler, meyhaneler, genelevler, çocuk parkları, akıl hastaneleri. Curcunalı bir sokak burası. Orhan Veli’nin bütün sevdiği kadınlar bu sokaktaki evlerde ömür sürdü; bezik bu sokağın evlerinden taştı dışarı, Can, küçücük bir çocukken bu sokağın bir evinin balkonunda bekledi müfettiş babasını. Nilgün, buradaki bir evden attı kendini. Nihat Behram, yurtdışına gitmeden önce buradaki bir evde saklandı bir süre. Güzel bir sokaktır benim sokağım, gözünüz yiyorsa buyurun taşının.

• Melih Cevdet Anday şiiri mitolojiyle yakın bir ilişki içindedir. İskender’i Ben Öldürmedim’de de gerçeği aşan ve bazen de fantastiğe kayan öğeler ön plana çıkıyor. Melih Cevdet’in mitolojiye, küçük İskender’in metafiziğe yöneliminde nelerin etkili olma ihtimali var? Gerçeklikten sıkılma ya da onu aşma tutkusu mudur bu yönelimin ana nedeni?
• Tanrıya değil, tanrısal olana duyulan bir açlıktan konu açılabilir: İdealize edilenden çok, mükemmeliyetçi tarzın ifadesinde takılıp kaldığımız yerel sıkıntıların dışavurumunu engellemek, bunları sosyal sorunlar haline dönüştürmeden kendi alanımızda çözerken, sağlıklı bir çözüme ulaştırırken izlenecek bir yol olarak adlandırmak daha doğru. Gerçeklik, her zaman sıkıcıdır, bıktırıcı dememek gerek. Gerçeğin değişme olasılığı yoktur çünkü. Şairi bu yıpratır. Taş, her zaman taştır; faşizm, her zaman faşizm. Bu gerçekliği değiştiremezsiniz. Onu başkalaştırmadan dönüştürebilmek ise şairin sevincidir. Bu anarko/devrimci tavra ister gerçeği aşma tutkusu deyin, ister meczupluk; şairin simyagerliği, iktidarların korkusu olmaya devam edecektir. Madde ile mana’nın karşılaştırmalı pratiklerini kaleme alırken diyalektiğin öğretisinden uzak durmamaya çalışıyorum. Tanrısal olanın varlığının kanıtlanması, yeryüzündeki yılgınlığın imhasını kolaylaştıracaktır benim açımdan. Tanrıyı kışkırtırsanız kendini hissettirebilir, o zaman kurban şair olsa da bütün insanlık kurtulur.

• Melih Cevdet İsa’nın adını bir kitabının başlığına koyacak denli seviyor ve çok kullanıyor. Siz de tanrıya “çiviyle haç arasında sıkışmış bir isa”nın olduğunu hatırlatıyor, Nuh’un hiçbirimizi sevmemiş olduğunu söylüyorsunuz. Melih Cevdet Anday’ın şiir kapılarını hayali tanrı, tanrıça ve yarıtanrılara açma nedenleriyle sizin tanrıya ve peygamberlere temkinli yaklaşma nedenlerinizin kesiştiği noktalar var mı?
• Temkinden kastınız şu mu: “Hangi peygamber cehenneme gidecek”. İnançlı insanlarla birebir kişisel, felsefi hiçbir sorunum olmadı, olamaz. Ancak benim konumum yeryüzünde ve sorumluluklarım burada diye düşünmekteyim. Her birimizin ruhu kendi bedenlerimize yeniden bir peygamber edasıyla inse, acılar biter. Milyarlarca peygamber oluruz bir anda; böyle bir dünya cennete benzemez mi?! Ne Irak bombalanır, ne Lübnan’da çocuklar ölür, ne İkiz Kuleler yıkılır. Bundan sonra bir Iraklının bir Amerikalıya, bir Lübnanlının bir Yahudi’ye âşık olma ihtimali ne kadardır?! Ben bu ihtimalin istatistiklerini çıkartırken dinsel olanı göz ardı edemem elbette, ama elimdeki ölçütler daha önemli: Matematik, siyaset ve sanat.

• Son kitabınız İt Cazı’ndaki “it”in sosyolojik mânâdaki “öteki” olduğunu düşünüyorum. Gece kulüplerinde eğlenen steril insan ile sokakta yatan insan gibi. Sizin caz yapan köpeğiniz hayatta kalmak için taviz vermek zorunda kalıyor mu, yoksa onun söylediği şarkı bir tür tavır alma girişimi mi?
• Şarkı söylemek, ahenge iştiraktir; oysa caz uyumlu olma zorunluluğu taşımaz. Kimi zaman atonal ve distortional’dir. Yaşamak istediklerimizle bize yaşatılanlar arasında siz de bir çelişki yakalıyorsanız ve bundan dolayı canınız yanıyorsa ve bundan dolayı “ne kadar pis kokarsak o kadar iyi” diyebiliyorsanız ve bundan dolayı faili meçhuller listesine sizin de adınız ekleniyorsa ve bundan dolayı gözleriniz sulanıyorsa ve bundan dolayı işkence görüyorsanız ve bundan dolayı geceleri uykunuz kaçıyorsa, çıkıp sokağa “ben artık şarkı dinlemek değil, şarkı söylemek istiyorum” fikriyle it cazına başlarsınız. Caz, genelev kökenli bir müziktir. Eh, herkesin, her şeyin insanlık tarihi ekseninde sizi satmaya kalkıştığı bir yerde caz yapmak iyidir.

• İt Cazı’nın çok etkileyici bir arka kapak yazısı var. Bu yazıda elinizde bir bıçak olduğunu söylüyorsunuz. küçük İskender şiirinde kesici alet olarak karşımıza jilet çıkardı daha çok; elinize bıçak almış olmanız saldırganlık dozunuzun arttığını mı gösteriyor? küçük İskender okurlarını, dostlarını ve düşmanlarını neler bekliyor?
• Jilet, bana hastı; bıçaksa daha toplumsal bir çizgide. Umarım, diğer sefere elimde balta olmaz. Koşullar ağırlaştıkça kendinizi koruma ve saldırma içgüdünüz otomatikman gelişiyor. Hayatı bir komedi filmi tadında yaşamaya gelenler, önce melodramla, ardından korku filmiyle karşılaşıyorlarsa benim seyirci olma şansım kalmamıştır, bundan sonra ben de o filme bir kahraman olarak girer, üstüme ne düşüyorsa yaparım. İnsanların yakılması karşısında memnuniyet gösterenlerin karşısına elimde bıçakla çıkmışım, çok mu?!

Söyleşiyi yapan: Koray Özdemir (Varlık, Eylül 2006)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder