25 Aralık 2010 Cumartesi
Vasily Perov
İki başlıkta resimlerini kullandığım ressam Vasily Perov. Biri Oscar Wilde'ın Hüküm Evi adlı öyküsü için. Öteki de yazdığım Kenler ve Anı öyküsünün incelemesi için. Perov üzerine gördüklerimi, hissettiklerimi, araştırdıklarımı daha sonra yazacağım. Ressam hakkında internette Türkçe hiçbir şey bulamadım. Öteki sitelere de bakamadım. Birkaç eserini almak istiyorum buraya. İlgimi çeken bir ressam oldu. Perov üzerinden öteki Rus realistlerine de uzanabiliriz. İyi bir başlangıç olabilir. Pera Müzesi'nde Rus realistlerini kapsayan bir sergi vardı, ancak gitme fırsatı bulamadım şimdilik. Devam ediyor mu acaba?
Buyurun Perov'un birkaç eseri:
Children Sleeping. 1870. Oil on canvas, 53x61 cm. The Tretyakov Gallery, Moscow, Russia.
"Troika". Apprentice Workmen Carrying Water. 1866. Oil on canvas. The Tretyakov Gallery, Moscow, Russia.
Found Drowned. 1867. Oil on canvas, 68x106 cm. The Tretyakov Gallery, Moscow, Russia.
Perov konusuna daha sonra tekrar döneceğim.
Edit: Sergi devam etmiyormuş ne yazık ki. 20 kasıma kadarmış.
Hüküm Evi
Hüküm Evi’ne sessizlik çöktü, insanoğlu çıplak olarak Tanrı’nın huzuruna çıktı.
Tanrı, İnsanoğlu’nun Hayat Defteri’ni açtı.
Ve Tanrı İnsanoğlu’na dedi ki: “Hayatın kötülükle geçmiş, yardıma muhtaç olanlara zalim davranmışsın, desteğe ihtiyacı olanlara sertlikle, katı yüreklilikle muamele etmişsin. Yoksullar sana seslendiğinde dinlememiş, Benim dertli kullarımın feryatlarına kulak tıkamışsın. Yetimlerin mirasına el koymuş, tilkileri komşunun bağına sokmuşsun. Çocukların ekmeğini ellerinden alıp köpeklere yedirmiş, bataklıklarda huzur içinde yaşayıp Bana şükreden cüzamlıları yollara sürmüş, seni yarattığım toprağı masumların kanıyla sulamışsın.”
İnsanoğlu cevap verdi: “Evet, aynen öyle yaptım.”
Tanrı tekrar İnsanoğlu’nun Hayat Defteri’ni açtı.
Ve Tanrı İnsanoğlu’na dedi ki: “Hayatın kötülükle geçmiş, gösterdiğim Güzellik’in peşine düşmüş, gizlediğim İyilik’in yanından geçip gitmişsin. Odanın duvarlarını resimlerle bezemiş ve iğrenç yatağından flüt sesleriyle kalkmışsın. Günaha yedi tapınak dikmiş, yenmesi yasak olanı yemiş, mor giysilerine üç utanç işaretini işlemişsin. Putların kalıcı altın veya gümüşten değil, ölümlü tendenmiş. Onların saçlarını parfümlerle lekeleyip ellerine narlar vermişsin. Ayaklarını safranla kirletip yollarına halılar sermişsin. Gözkapaklarını rastıkla, bedenlerini mürrüsâfiyle lekelemişsin. Onların önünde yerlere kadar eğilip putların tahtlarını güneşin altına yerleştirmişsin. Utancını güneşe, çılgınlığını aya göstermişsin.”
İnsanoğlu cevap verdi: “Evet, aynen öyle yaptım.”
Tanrı üçüncü kez İnsanoğlu’nun Hayat Defteri’ni açtı.
Ve Tanrı İnsanoğlu’na dedi ki: “Hayatın kötülükle geçmiş, iyiliğe kötülükle, şefkate haksızlıkla karşılık vermişsin. Seni besleyen eli yaralamış, seni emziren göğsü küçümsemişsin. Sana su getirenler susuz dönmüş, gece seni çadırlarında gizleyen kanun kaçaklarını şafak sökmeden ele vermişsin. Canını bağışlayan düşmanını tuzağa düşürmüş, yoldaşını satmış, sana Aşk sunanlara sen daima Şehvet’le karşılık vermişsin.”
İnsanoğlu cevap verdi: “Evet, aynen öyle yaptım.”
Ve Tanrı İnsanoğlu’nun Hayat Defteri’ni kapatıp dedi ki: “Seni Cehennem’e göndereceğim. Cehennem’e gideceksin.”
İnsanoğlu haykırdı: “Gönderemezsin!”
Tanrı sordu: “Niçin gönderemezmişim seni Cehennem’e, hangi sebeple?”
“Çünkü ben zaten hep Cehennem’de yaşadım,” diye cevap verdi İnsanoğlu.”
Ve Hüküm Evi’ne sessizlik çöktü.
Bir süre sonra Tanrı konuştu ve İnsanoğlu’na dedi ki: “Seni Cehennem’e gönderemediğime göre, Cennet’e göndereceğim. Cennet’e gideceksin.”
İnsanoğlu haykırdı: “Gönderemezsin!”
Tanrı sordu: “Niçin gönderemezmişim seni Cennet’e, hangi sebeple?”
“Çünkü Cennet’i hiçbir zaman, hiçbir yerde hayal edemedim,” diye cevap verdi İnsanoğlu.
Ve Hüküm Evi’ne sessizlik çöktü.
Oscar Wilde, Bütün Masallar, Bütün Öyküler, İş Bankası Yayınları
Tablo: Vasily Perov, Easter Procession in a Village. 1861. Oil on canvas, 71.5x89 cm. The Tretyakov Gallery, Moscow, Russia.
Kaç Kişiydik
Kaç kişiydik, şimdi pek hatırlamıyorum
Bir pazartesiyi uzun uzun konuştuk
Yüz librelik bir denizi oracıkta tükettik
Gözleri kör bir balık yanımızdan geçti
Bir kızkuşu omuzlarımızın üstünden
Öyle bir vakitti ki, bir menekşe bize indi
Akşama benzemeyen bir akşam yaptı
Söylendi gitti
Ve bahri muhitte yolcusuz bir geminin
Dumanı ve kendisi olmayan bir geminin
Sarsıntısı dünyayı işledi
Çekti çevirdi
Sıcağı sıcağına bir şiir okundu, hepimiz dinledik
İçinde “park yapılmaz1 levhası olan bir şiirdi
İyiydi
Oysa biz birkaç bin otomobili hemen park ettik
En çok sevdiğimiz şey nedense
Bir sözcüğün bir iki yıl önceki anlamı oldu
Diyelim filbahriyse o sözcük, eskiden tomurcuktu
Ve soruldu
O zaman ki biz neydik
Yılgınlıktan çekilmiş siprivri bir bıçak gibiydik
Öyleydik
Öyleydi sevgililik.
Dönelim
Şu içki çok kötü şey değil mi
Sözgelimi bir Antalya’yı öpmenin çok yakınından geçer de ondan mı
Ondan mı
Yani bir papağanda, bir atmacada
Gözyaşı var mı
Neye benzer ki içki
Pazarları evinden çıkmayan bir kır terzisine mi
Benzer mi
Bir semt bakkalının geometrik rüyasına da
Tuz paketlerine ve fay kutularına
Ve uçan balonlara
Gömleği sayısız pembeleşen
Gömlekleri sayısız pembeleşen
Yol kenarında toplanmış bir kalabalığa
Ve kalabalığın bitmez tükenmez merakına
Bilmem ki, belki
Ölümü yağmurlu bir güne rastlayan
Yıllar yılı suyu tutmasını öğrenemeyen bir şizofrene mi, neye
Ve neye
Gidelim
Kanya’da, Tuz Gölü’nde
Gözleri yanmış bir balık
Taş kesilmiş bir balık
Yani gümüş tepsisinde kahvaltı eden bir bey oğlu bey
Her şeyden önce gözgöze gelmemeye alışık
Ve hayret etmeye iyice
Bu dünyada ne kadar da az insan var diye
Sabahlığı üstünde, ayakları çıplak
Şişmiş gözaltları
Uykudan
Uşak onu görüyor, o uşağı görmese de
Ve düşünüyor uşak
Neden böyle birkaç kişi yaşıyor bizim köyde
Tabii bizi saymazsak
Sayarsak epeyce varız
Uşak düşünedursun, Rize’den çay getiren bir kamyon
Zigana dağlarını yanladı fiyakayla
Zigana dağlarının uzak gölgesi
Aktı bir su gibi kursağına
Ve şoför Sahil bir otobüsü daha solladı
Yaktı bir cıgara daha
Meğer ki öksürüğü İstanbul’dan duyula
Ufacık bir gecekondudan
Bir kadın tarafından, adı Zeynep de olabilir Nazlı da
Ama ne bilsin ki kadın
Bafra dolaylarından geçerken uçacağını
Kızılırmağa Salihin
Evladım, daha yirmi iki yaşında
Uyur şimdi bütün uykularını
Kamyonda uyur gibi
Gözleri açık uyur Kızılırmağın suyunda.
(Buraya park edilmez
Edilir bay memur, neden edilmesin
Otomobiller çoğaldı
Çinko, demir, petrol azaldı
Tüketim bay memur, başkaca nasıl açıklanabilir
Siz bilir misiniz ki bin dokuz yüz bilmem kaçta bozuk paralar gümüştendi
Atlı tramvaylar çoktan kalkmıştı
Sinema koltukları katkısız deridendi
Plastik filan yoktu
Gişe önleri ve meyvalı gazozlar deri kokardı
Yağmurlar deri kokardı
Elimden tuttuğu gibi ablam
Sevinçler deri kokardı
Koyu mavisi bir gece yolculuğunu andıran
Birlerce üryani eriğinin sonbaharı
Gibiydi ablamın gözleri
Yoksulluk az da olsa insanlar arası bir yaklaşımdı
Hiç değilse bu vardı
Çok değişti sevginin kullanımı bay memur
Örneğin siz bana niye kızıyorsunuz, ben biliyorum
Ama siz bilmiyorsunuz neden
Böyle öfkeyle çıkıştığınızı
Yeri gelmişken söyleyeyim
Ben de alt tarafı bir şirketin satış memuruyum
İş gereği Doğu’ya gittim bu yıl
Gözlerimle gördüm, inanın bana
Hastalar tabutlarla taşınıyor illere, kasabalara
Hepsi hepsi şu arabayı yanlış park etmişim ne çıkar
İşini bilen biliyor
Bin kişi üretiyor bir kişi yiyor
Her neyse, geçelim bunları şimdi
Ben bu arabayı buraya park ediyorum
İnatçı bir sonbahar gibi.)
Dönelim
Her geçen gün bir açıklamadır
Biz yıllarca önce daha bir bunalırdık
Kullanılmış eşyalar gibi ordan oraya
Taşınır atılırdık
Bir ağır çekimde yüzlerimiz
Şöyleydi
Su içen güvercinler gibi ürkektik, bakışıklıydık
Bir de alkollere düşkündük ki, kınanırdık, niye sanki
Çünkü biz bilmez miydik alkol hiçbir zaman kurtuluş değildi
Üstümüzde bir karabasandı yalnızca
Yalnızca
Bir anlayan olsa anlatırdık gözyaşını da
Hem o zaman gözyaşı bile kınanırdı
Hüzün de kınanırdı, yalnızlık da
Ama çoğumuz bunları yazı
Şiirde, romanda, öyküde yazdı
Örneğin bir roman güzelse biraz
O roman baştan sonra bakımsızdı.
Ve her şey
Bir yudum su içip başını yastığa koyan bir hasta gibi kaldı
Soruldu
Vakit ki neydi
Gene de
Yorgun bir şairin günebakan çiçeği
Gibi ufuklarla beslenen yüreği
Tartışılmaz bir vakitti.
Dönelim
Kaç kişiydik, şimdi pek hatırlamıyorum
Uzun uzun konuştuk bir pazartesiyi.
Edip Cansever
Sonrası Kalır II - YKY
3 Aralık 2010 Cuma
Kar
Kardır yağan üstümüze geceden,
Yağmurlu, karanllık bir düşünceden,
Ormanın uğultusuyla birlikte
Ve dörtnala, dümdüz bir mavilikte
Kar yağıyor üstümüze inceden
Sesin nerde kaldı, her günkü sesin,
Unutulmuş güzel şarkılar için
Bu kar gecesinde uzaktan, yoldan
Rüzgâr gibi tâ eski Anadolu'dan
Sesin nerde kaldı? Kar içindesin!
Ne sabahtır bu mavilik, ne akşam!
Uyandırmayın beni uyanamam.
Kaybolmuş sevdiklerimiz aşkına,
Allah aşkına, gök, deniz aşkına
Yağsın kar üstümüze buram buram
Buğulandıkça yüzü her aynanın
Beyaz dokusunda bu saf rüyanın
Göğe uzanır -tek, tenha- bir kamış
Sırf unutmak için, unutmak ey kış!
Büyük yalnızlığını dünyanın.
Ahmet Muhip Dıranas
27 Kasım 2010 Cumartesi
25 Kasım 2010 Perşembe
Kötü Ruhun Kitaplığı II: Tam Ekran
"1960 ve 70'li yıllara özgü 'bilinç alanının serbest bırakılması' gibi esenlikçi bir ideolojiye kapılmadan, yavan bir biçimde düşünmek gerekirse, bütün bunların, bazı toplumlarda nesnel alıklaştırma karşısında hayatın oluşturabileceği kaçamak bir yol olduğu, toplum ve tür için uzun vadede daha ciddi bir tehlike olan evrensel standartlaştırma, rasyonelleştirme ve programlama karşısında bir topluluğa özgü bir hata refleksi olduğu düşünülebilir. İnsanın kendinisini deliliğe karşı nevrozla etkilice korunduğu biliniyor, aynı şekilde, mutlak kötüşüğe karşı, iyilikle değil de, göreceli kötülükle savunma yapılır. Kilise de, kendisinin dinlse sapkınlıklarına (kendi bakış açısının) kaçınılmaz yanılgıları olarak, uğursuz tohumları olarak (ama yine de tohum olarak) aynı şekilde karşı koyabilmiştir, hiç dinsel sapkınlığa yol açmayan ya da her sapkınlığı tasfiye eden bir Kilise, yavaş yavaş çöker."
Tam Ekran, Jean Baudrillard, YKY.
23 Kasım 2010 Salı
22 Kasım 2010 Pazartesi
Kentler ve Anı 2
"Yabanıl topraklarda uzun süre at koşturan insan bir kent arzular. Isidora'ya varır sonunda. Burada evlerin salyangoz kabuklarıyla kaplı helezoni merdivenleri vardır, en iyi dürbün ve keman burada yapılır; bir yabancı, iki kadın arasında bocaladığında, burada daima bir üçüncüsüne rastlar ve horoz dövüşleri burada bahisçilerin kanlı kavgalarına dönüşür. Bir kent arzuladığında hep bunları düşünürdü o. Onun hayallerinin kenti Isidora öyleyse: bir farkla. Düşlenen kent gençliğiyle içeriyordu onu; geç yaşta gelir Isidora'ya. Kent meydanında yaşlıların bir duvarı vardır: üzerine dizilir, gençliğin önelerinden geçip gidişine bakarlar; o da oturur aralarına. Arzular birer anıdır şimdi."
Calvino’nun “Kentler ve Anı 2” adlı öyküsü şiirsel bir metindir. Metinde göründüğü üzere masalsı, şiirsel bir anlatım vardır. Metnin en kolay göze çarpan yönüdür bu. Zaten metin, zor değildir. Ancak gibi göstergelere dikkat etmek gerekir: “Yabanıl topraklarda uzun süre at koşturan kişi” kimdir? Bir kimsesiz, bir romantik, bir serüvenci… bir oraya, bir buraya savrulmuş ve artık durulmak isteyen biri. Tabii bunu düzensiz hayatı olan bir insan olarak da metaforlaştırabiliriz.
Burada belki de yeni bir hikâye yazmak gerekir. Kahraman olarak bir adamı alalım. Bu adam biraz Don Juan karakterli olsun, bir vücuttan bir vücuda koşsun ve Yahya Kemal’in dediği gibi “bir sürekli gurbette” gezinip dursun. Bir son durak arayıp bulamasın, bulamasın, bulamasın. Sonra bir gün bir kadına sığınsın, aradıklarını onda bulsun. İşte bu at üstündeki adam de böyle arzular bir kenti. Çünkü evsizlikten bıkmıştır ve alışkanlığın kolaylıklarına sığınmak istemektedir artık. Bu metaforu her türlü yoksunluğa oturtabiliriz, yeter ki merkezde bir savrulma olsun, bunu yapabiliriz.
Yabanıl topraklarda uzun süre at koşturan kişi, Isidora’ya varıyor sonunda. Isidora bir rüya kentidir. Burada asıl mesele, rüyanın mı insana dikte edeceği, insanın mı rüyaya dikte edeceğidir? Akdeniz’de bir kıyı kentidir sanki Isidora, en iyi dürbün ve kemanın yapıldığı. Burada iki gösterge önemli: Dürbün ve keman. Dürbünle hep uzaklara bakar insan. Gidemediği, olamadığı yerlere bakar. Isidora’ya sığınmış olmasına karşın, uzaklara da bakmak istemektedir bizim serüvencimiz. Bu ikiye bölünmüş bir ruh yapısı mıdır? Bir yanda sığınma isteği, bir yanda temkinli bir uzaklık düşü. Artık durmak isteyen gezgin gitmiş, gitmek isteyen muhkem gelmiştir. Belki yaşlanmaktır bu.
Kemansa, bizi lirizme götürüyor. Hüznün ve mutluluğun yoğunluğuna. Müzik, duyulanın anlatımında etkili bir araçtır. Isidora’da duygular müzik kadar yoğun ve sahicidir. Duyguların yaşanması için uygun bir mekândır Isidora. Bu yüzden bir yabancı iki kadın arasında bocaladığı zaman burada bir üçüncüsüne rastlar. Geçmişte zorlanılan, ikilemde kalınan birçok şey için çözüm demektir bu. Yeni hayat, yeni seçimler, yeni mutluluklar, yeni zorluklar… eskiden silkinmek ve yeni bir hikâyeyi yaşamaktır. Duygular karşılığını bulur, hayat onun hakkını verir çünkü. Horoz dövüşleri de bu yüzden bahisçilerin kanlı kavgalarına dönüşür. Aşk da bu yüzden başka türlü yaşanır Isidora’da.
Serüvencimizin Isidora’ya, metaforkente gelişi biraz gecikir. “Düşlenen kent gençliğiyle içeriyordu onu; geç yaşta gelir Isidora'ya.” Yani serüvencimiz hep atını bir evin kapısına bağlamak istemiştir, ancak bunu gerçekleştirememiştir. Bütün bir gençlik gurbette bir memleket arayışıyla geçip gitmiştir. Ancak yaşlandığı vakit gelebilmiştir Isidora’ya. Artık onun için hayat yaşanan değil, tanık olunan bir şeydir: “Kent meydanında yaşlıların bir duvarı vardır: üzerine dizilir, gençliğin önelerinden geçip gidişine bakarlar; o da oturur aralarına. Arzular birer anıdır şimdi.” Bir adam yaşlanmıştır ve gençlerin uçarılığından, mutluluğundan zevk almaktadır, onları gördükçe geçmişteki kendisini bulmaktadır. Bu anı da serüvencimizi gülümsetir. Gurbet, bitmek tükenmek bilmeyen yabanıl otlar, yolculuk sırasında görülen insanların yüzler, sesleri, anıları, geçilen sokaklar… bir bir bunları düşünür gezginimiz. Öykü bir mutluluk anısıyla biter.
Görsel: Vasily Perov. Vendor of Song Books. 1863-64. Oil on canvas, 76.5x102.5 cm.
18 Kasım 2010 Perşembe
Caravaggio
Dünya sanatının ilk devrimcisi Caravaggio. Sanatçılar arasında birey olabilen ilk insan. Birey olma meselesi önemli. Oscar Wilde, dünyada birey olabilmiş ilk insan olarak İsa'yı gösterir. Aslolan onun romantizmidir, saflığı ve inandığı şeyler uğruna verdiği mücadelesi, sonunda da bir insan olarak kaybedip, bir ruh olarak kazanmasıdır. Caravaggio da öyledir. Romantiktir, inandığı şeyler uğruna savaşmıştır, dışlanmış, yılmamıştır. Özel hayatında da kavgacıdır, sanatında da.
Onun hikâyesini uzun uzun dinlemek, dilimin yettiğince anlatmak isterim. Çirkinliği resme sokmuş adamdır Caravaggio, çirkinden utanmamak gerektğini söylemiştir. Hâlâ ve hâlâ sanatın bunun üzerinden geliştiğini de görüyoruz. küçük İskender'in çıkışı çok yerde bununla alakalıdır. Sinemadaki yeni gerçekçilik akımı ve 2000 sonrasında Zeki Demirkubuz'un, Nuri Bilge'nin çıkışını da bunla açıklayabiliriz çoğunlukla. A Serbian Film gibi bir filmin üzerine gittiği de nokta da budur. Çirkinlik.
Dinle ilgili olan her şeyin kusursuz çizildiği, azizlerin, peygamlerlerin sadece güzel, kibar, zengin çizildiği dönemlerdedir devrimciliği Caravaggio'nun. O, azizlerin hepsini birer işçi gibi çizmiştir. Kırışmış alınları, kutsal kitabı yazarken, defteri kalemi kaba, acemi, tedirgin bir biçimde tutuşuyla çizmiştir. Sonra yırtık ya da eskimiş giysileri, hayatın zorluklarının, yüzlerinde bıraktığı izlerle. Bu çok ters gelir tabii ki kiliseye.
Bu çalışma reddedilir kilise tarafından. Tabloda Matta'nın vahiy yazdığı bir ân resmediliyor. Görüldüğü gibi, bir işçi olan Matta elindeki defteri kaba biçimde kavramış, sıradan bir giysiyle sandalyede oturuyor. Bu tablo reddedilince bir ikincisini çizer Caravaggio:
Bu ikinci tablo tam anlamıyla klasik, klasik sanata göre mükemmeldir elbette, ancak Caravaggio'nun istediği bu değildir. Ondaki mükemmelik Valezquez'deki gibi donuk ve sıkıcı bir mükemmellik değildir. O kusurlu ânları, kusurlu insanları kusursuz bir biçimde çizmek ister. Dönemin başka ressamları ise kusursuz ânları, kusursuz insanları kusursuz biçimde çizmek ister. İnsanlara bir rahatsızlık vermek istemezler. Caravaggio'daysa durum tam tersinedir. Onun göglelendirmelerine bile baktığımızda ürkütücü bir şeyler görürürüz. Caravaggio'da ışık, sanki karanlığın değerini ön plana çıkarmak içindir ve ışık sanki sırf bu yüzden vardır.
Caravaggio'yu benden değil de bir sanat tarihçisinden okumak daha sağlıklı olacaktır. Onun yaşamını da ayrıca değerlendirmek gerekir. Sanata bu kadar dahil edilebilecek bir yaşam az bulunur.
Bir Öykü
Italo Calvino
Boris Vian - Le déserteur
Herhalde en çok bilinen parçası bu Vian'ın.
http://www.youtube.com/watch?v=gjndTXyk3mw&feature=related
23 Temmuz 2010 Cuma
Günler Su Gibi Akarken
Bugünlerde, ihmal ettiğim bir şey yapıyorum: Oktaf Rifat şiirlerini baştan sona okuyorum. Tabii havaların bu denli sıcak olması biraz ağırlaştırıyor okumayı. Henüz Perçemli Sokak’ın arifesindeyim. Tekrar tekrar okuyorum şiirleri.
Oktay Rifat, Türk edebiyatının ıskalanmış, değeri hak ettiğince bilinmemiş şairlerinden biri. Kimileri onu Orhan Veli’nin de, Melih Cevdet’in de önüne koyabilir, şiirsel zenginlik açısından ki, hiç de haksız sayılmazlar. Bunun için ben de Oktay Rifat’a yoğunlaştım şu sıralar. Onun şiir dünyasına tamamen hakim olmak istiyorum ve tekrar tekrar okuyorum kendisi için önemli göstergeler taşıyan şiirlerini.
Ve sözümde durabilirsem önemli birkaç şiiriyle ilgili de inceleme denemesi yapacağım Oktay Rifat’ın. Şair üzerine genel bilgiler vermek çok mantıklı ya da ufuk açıcı değil. Metne eğilip, metinle ilgili bir hesaplaşmaya girmek gerek. Bunun için birkaç hafta var elbette, ancak şu sıralar blog’da bir Oktay Rifat yoğunluğu yaşanacaktır. Durumun nedeni bu.
11 Temmuz 2010 Pazar
Oscar Wilde'ın Mezarı
Önce birkaç yazarı, ressamın mezar fotoğraflarını araştırmakla başladı iş. Modigliani'nin, Marcel Proust'un mezar fotoğraflarını koyacaktım. Güzel tasarımlı, şık mezarlardı. Onlara da bu yakışırdı.
Ancak sonra Oscar Wilde'ın mezar taşına baktım. Wilde, son eserini öldükten sonra vermişti. Çünkü Wilde, mezarını, öldükten sonra bir sanat eserine çevirebilmişti. Hangi sözcüğü hak ediyor öpücüğe boğulmuş bu mezar? Saygı, sevgi, hayranlık... Kelimeler yine kifayetsiz.
Oktay Rifat'lamalar II
ANAHTAR
Ömrüm böyle görmeden bilmeden mi geçecek
Çıkar beni gündüze bıktım artık gecenden
İçimi titretiyor bir haber gibi senden
Isırdığım her yemiş kokladığım her çiçek
Ey bana bahçesini göstermeyen kalın çit
Ceviz kapılarını çaldığım sırlı konak
Gizli anahtarını avuçlarıma bırak
Çözül artık ey düğüm açıl artık ey kilit
Bütün Şiirleri, Oktay Rifat
YKY, S. 75
Resim: Joan Miró. Bathing Woman. 1925. Oil on canvas. 73 x 92 cm. Musée National d'Art Moderne, Centre Georges Pompidou, Paris, France.
10 Temmuz 2010 Cumartesi
Oktay Rifat'lamalar I
BİR ŞEHRİ BIRAKMAK
I
Senin için aldığım menekşeleri
Çalgıcılara dağıttım
Son gece
Son defa başlayan sabah
Yatağımı yine sen düzelt
Küçük balıkçı çocuğu
Sen denizden
Yaramaz ve çapkın balıkları tutabilirsin
Çok uzaklara gittiğimi
Sana söylemek isterdim
Güzel satıcı kızı
II
Ağaca söyle
Gölgesini getirsin bana yolluk
Sokağı ve denizi isterim pencereden
Senden çörekler isterim
Ay biçiminde
III
Ellerin yetişir vedalaşmaya
Niçin ağlıyorsun
Oktay Rifat
Bütün Şiirleri I, YKY, S. 58-59
8 Temmuz 2010 Perşembe
İlk Cümleler - II
"Yıl 190.. utanç verici bir dava bir kez daha cinsel sapkınlık gibi irkiltici bir konuyu ortaya çıkardı."
Corydon - André Gide